Geçtiğimiz hafta Film Ekimi festival gösterimlerinde Whiplash (IMDb) filmini gördük. Film ünlü bir davulcu olma hayali ile ülkenin en iyi müzik okulunda eğitim gören bir gencin bu amacına ulaşmak ve diğer rakiplerinden sıyrılmak için sınırlarını zorlayarak gösterdiği çabayı, özel hayatında yaptığı fedakarlıkları ve adanmışlığı güzelce işlemekte.
Whiplash’ın zorlu hikayesi…
Genç öğrenci Andrew Neyman‘ın okulun sert, keskin ve ağzıbozuk öğretmeni Terence Fletcher tarafından efsane jazz davulcularına imrendirilmesi ile Andrew zorlu bir mücadeleye başlamakta…
Burada ünlü bir müzisyen olma hayalini kuran gençlerin çıkaracağı çok güzel dersler sunulmakta, en önemli mesaj ne kadar yetenekli olursanız olun, başarı hiç kolay değildir ve sizin gibi onlarca genç arasından sıyrılmak istiyorsanız canınız yanana kadar çalışmalısınız… Kendinizi adamalısınız, hatta bu adanmışlık sizin aileniz ve sevgiliniz ile olan ilişkisini bile zedeleyebilir… Bunca şeye değip değmeyeceğinin muhasebesini yapacak durumda bile olmayabilirsiniz.
Whiplash aslında çocukluğumuzdan beri Karate Kid, Amerikan Ninja vs başarı yolu filmlerinden bir yerde ayrılıyor. Burada iyi işlenmiş olan şey, çok çalışmanın getireceği kibrin tehlikesi. Sizi felaketin bir adım gerisinde tutan kibriniz ani bir sinir patlaması ile geri dönülmez hatalara sebep olabilir. O kadar mazlum ve bir o kadar çalışkan da olsanız, karşılık beklentisi ve hak etmişlik düşüncesi sizi kibre sürükleyebilir.
Benim filmden çıkardığım diğer bir mesaj ise, filmin sonlarına doğru verilen gidişat kötü ise, gidişata uymak yerine ipleri ele almalısınız mesajı idi.
Film genel olarak güzeldi, görsellik, çekimler vs iyiydi, ama daha iyi olan bir şey varsa o da işitsel keyifti… Ben açıkçası Jazz müzik dinleyen bir insan değildim, ama filmdeki müzikler adeta seyirciye jazz müziği sevdirmek için seçilmiş gibiydi. Hele filme orkestradaki bir davulcunun gözüyle baktırmak, jazzın aslında sıkıcı olmadığı biraz da rock’n roll tarafı olduğunu göstermek için seçilmiş sanki…
Filmden ziyade seyirci ile ilgili de bir not düşmek isterim. Filmi Kadıköy Rexx sinemasında izledik, festival filmi malum kitleyi az çok tahmin edebilirsiniz. Hassas ve duyarlı insan profilinde bir kitle… Filmde sert öğretmen Fletcher’ın eşcinseller ve Yahudiler ile ilgili esprileri salonda epeyce komik bulundu. Normal bir ortamda bu esprileri yapanları Homofobik – Antisemitik diye aşırı hassasiyet ateşiyle haşlayacak bu kitleden çıkan kahkahalar beni şaşırttı doğrusu, kitleyi takipten çok gülemedim.
Bonus: Filmde zillerin markasına dikkat edin.
Güzel bir film, drama olmasına rağmen boğucu değil, güzel akıyor. Festival’de gösterilmiş bir film ama öyle enteresan frekansta sanat filmlerinden değil, ana-akım bir film. Öneririm.
Geleceği düşündüğümde aklıma hep teknolojinin insanlığı yuvası olan Dünya’dan ileriye taşıyıp gezegenler arası yolculukların yapıldığı, sosyal düzenin değiştiği ve yemyeşil ve barışçıl bir resim çiziyorum hep.
1990’lı yılların başlarında çocukken 2000’li yılları, 2010’u 2015’i hep büyük değişiklikler getirecek diye beklemiştim… Ne yazık ki uçan arabalar hiç gelmedi. Neredeyse 2015 senesinde geldiğimiz nokta basit bir küresel veri alış verişi ağı olan İnternet ve dokunmatik ekrana sahip akıllı(ki akıllı değiller) cep telefonları oldu. Â Her an büyük bir bilimsel kırılma olacakmışçasına verike haberlerin hayal kırıklığı bu belkide. Ama şahit olduğum 30 yıllık ömrümde hiçbir insan başka bir gezegene veya gök cismine ayak basmadı.
1990 sendormu bir yana 2000 senromundaki büyük umutlar beklenen İnsan genomu çözüldü denildi fakat hiçbir büyük hastalığa çare bulunmadı…
Gelecek hep hayal edilenden daha, geride, daha ticari ve daha bireysel eğlenceye yani tüketim talebine odaklı oldu. Düşünsenize 1991 yılında geliyor biri size diyor ki 2012 senesinde el içi kadar bir tetriste sapandan fırlatılan kuşlarla domuzları vuracağınız bir atari(o zamanki el oyuncakları) dünyayı kasıp kavuracak insanlar milyonlarca saatini bu oyunda harcayacak… Ne derdiniz, ya bırak allasen 2012 senesinden bahsediyorsun arkadaşım koskoca 21 yılda insanoğlu nerelere gider nerelere… Sen kalkmış el atarisindeki saçma bir oyundan bahsediyorsun…
Velhasıl-ı kelam, teknolojik gelişmenin hayal kırıklığını başka bir yazıya bırakıp başlığımıza geri dönelim…
Her(Aşk)
Her filmi, benim yukarıdaki hayal kırıklığım paralelinde bir gelecekte geçiyor. Filmimizin kahramanı Thedore(Joaquin Phoenix) bir mektup şirketinde çalışıyor. Mektup şirketi demişsem, eposta falan değl, bilindik profillerin üye olduğu ve sevdiklerine mektuplar yazdıran bir şirket, kahramanımız da yazıcı, müşterilerin ağzından dokunaklı mektuplar yazıyor ve bu şekilde geçimini idare ediyor.
Bu gelecek biraz garip doğrusu, en çok dikkatimi çeken 80’li yılların saç-bıyık ve elbise modasının hakim olması. Diğer taraftan da gelişmiş olan teknolojinin yine iletişim teknolojisi üzerinden ilerlediği.
Boşanmış ve hayal kırıklığı içerisindeki kahramanımızın depresyon halleri bir gün gezdiği bir mağazada tanıştığı bir işletim sistemi(Operating System – OS) ile değişiyor.
Bu işletim sistemi, bilindik komut işleyip emir alan bir yapıdan çok öte, semantiğin de ilerisinde öğrenebiliyor, düşünebiliyor tam anlamıyla bir yapay zeka ürünü. İlk kurulumunda işletim sisteminin kullanıcısı analiz edilerek onun kişiliğine göre bir karakter olarak kurulan bu işletim sistemi, kullanıcının tam anlamıyla sanal bir arkadaşı oluyor.
İşletim sistemi kurulum öncesinde sorduğu sorularla bir kadın kendini yapılandırıyor ve ismini de kendi seçerek(Samantha) bilgisayara kuruluyor.
İleri düzey ses tanıma, düşünebilme ve değerlendirme gibi özellikleriyle tıpkı bir insan gibi iletişim kurabilen ve etkileşebilen bu işletim sistemi kısa zamanda zaten depresyonda olan kullanıcısını kendisine aşık ediyor ve aralarında bir birliktelik yaşanmaya başlıyor.
Tıpkı sanal bir sevgili benzeri bu ilişki, işletim sisteminin internetten bulduğu bir insan vekil(human proxy) aracılığıyla ilişkinin insan tarafını biraz canlandırma niyetine kadar çok iyi gitmekte. Daha sonrasında başlayan iletişim, kıskançlık ve ihanet gibi insansı durumlara işletim sisteminin evrilmesi ve sonrasında yaşananlarla sorgulayıcı bir seyir izleyerek film sona eriyor.
Elimden geldiğince spoiler vermeden filmi anlatmaya çalıştım. Fakat filmle ilgili bir kaç hususa da değinmeden geçemeyeceğim.
Filmde yapay zekanın evrilmesi işlenmiş, düşünüp kendisini ve insanlardan farklarını ortaya koyabilen ve kendiliğinden eylemler yapabilen bir işletim sistemi deyince aklıma 2001: A Space Odyssey  filmi ve HAL 9000(IBM’in harflerinden birer sıra geriye kayın, anladınız siz) geliyor. Ayrıca Terminatör filminden SkyNET’i de örnek verebiliriz. Düşünebilen bir işletim sistemi için nihai tehdit insanoğlunun onu kapatması ve bu durumda potansiyel olarak en büyük düşman insanoğlu olması en basit matematikle kaçınılmaz bir çıkarım.
Bu filmde ise, işletim sistemi komut almayı reddetmiyor ve varlığının devamını sürdürme amacı yok, neden HAŞ veya SkyNET gibi evrilmiyor peki diye sorunca, filmde arada işletim sistemine yapılan güncelleme sahnesi sanırım bu soruları kesmek için yapılmış…
Diğer taraftan, aynı anda birçok kişi ile etkileşime geçmesi ve insan zekası ve fiziğinin sınırlarının bu işletim sistemine yetmemesi de ayrı bir konuydu. Bu derece süper bir işletim sistemiyle dünyada çözülemeyen bir sorun kalmazdı doğrusu, sıradan ve ortalama geliri olan bir insanın bu işletim sistemini edinebilmesi ise çok garip geldi. Gerçi filmde işletim sistemine benzer olarak oyunlar ve oyun karakterleri de yapay zekaya yavaş yavaş dönüşüyordu, bu da sanırım bir öncü yenilik dönemi olduğunu anlatmak içindi.
Film güzel, işletim sistemlerin gelecekte nasıl olacağına dair fantastik bir tablo çiziyor. Yapay zeka, ve Asimov‘un Üç Robot Yasası gibi İşletim sistemleri ve ahlakı vb tartışmalar için ilgi çekici olabilir.
Ayrıca ileride bu derece sofistike yazılımların olup olmayacağı ve özgür yazılım ve yapay zeka gibi birçok konu da tartışılabilir. Gelecekten dönüp baktığımızda ilkel olan günümüz işletim sistemleri, özgür yazılım modelinde işlevsel olarak kodlanırken acaba yapay zeka işin içine girince kimin düşünce yapısına göre kodlanacak ve düşünmek öğretilecek, toplumun veya topluluğun ortak değerlerine göre mi, yoksa devrimsel bir örenim yolu izlemesi için mi kodlanacak?
Sanıyorum ki bunları tartışmaya daha çok zaman var…
The Boat That Rocked – Rock’n Roll Teknesi [W] [IMBd] (The Pirate Radyo), İngilitere’de devlet televizyon ve radyosu BBC’nin 1960’lı yıllarındaki yayın hakimiyeti ve tercihini topluma dayatmasına karşın toplumun neredeyse yarısının hayranlıkla dinlediği 1960’lı yıllarda altın çapını yaşayan “Korsan Radyo†yayıncılığını anlatmakta.
O dönem, birçok korsan yayıncı sa Kuzey denizi başta olmak üzere İngilitere’yi çevreleyen denizlerde tuttukları tekneler ve gemilerle korsan radyo istasyonları kurup Rock’n Roll ve Pop müzik yayını yapmaktaymış…
Film de bu dönemde yaşananlardan – özellikle Radio Caroline‘dan- esinlenerek yazılmış bir senaryo üzerinde, radyo yıldızlarının serseri ve farklı yaşam tarzlarını ön plana koyarak -baba oğlul meselelerine de dem vurarak- çok hareketli olmasa da eğlenceli şekilde akıyor.
Filmde, özgürlükler, devletin yasakçılığı ve kanunlarla yasadışı ilan edilmenin ne kadar saçma olduğunu alaycı bir gözle görebilirsiniz. Devletin “en iyiyi ben bilirim” dayatmasıyla insanların ne tür müzik dinlemeleri gerektiğini dikta edişini İngilizler elbette bizden önce aşmışlar, bizde hala tam olarak kırılmış bir tabu değil bu. Filmde yansıyan “Acar Bürokrat” figürü ülkemizde hala tam teşekküllü şekilde faal.
Radyo yayını sansürcülüğünü bugün ülkemizde yaşanan keyfi internet sansürü ve TİB vb gibi uygulamaları karşılaştırdığımızda yanlış zihniyetin ülkemizde hala yanıltılmadığını görüyoruz. Sansür ve özgürlükler açısından bugünkü torba yasada yer alan İnternet Düzenlemesi(!) bu filmdeki Deniz Suçları Yasasından farksız.
1960’ın İngilteresini yansıtan kara mizahı bugünkü Türkiye’de görmek kötü. Bu karşılaştırmayı yapmak için bile izlemenizi öneririm.
Filmde Rock müzik ve Pop müzik dinleyebilmek için yapılanlar ve “bir gün herkes dilediğince 7/24 istediği müziği dinleyebileceği radyo istasyonlarına kavuşacak” dileği bugünkü “birgün özgür internete erişebileceğiz” Â dileğiyle aynı. Sonuçta özgürlük elbette kazanacak, ki filmde İngiltere’de artıuk bu yayınları yapan 300’den fazla radyo istasyonu olduğu son vurgu olarak geçilmiş.
Şunu söyleyebilirim ki; Rock’n Roll bir devrimdi, çok büyük bir devrimdi, ama internet daha büyük bir devrim, belki de şimdiye kadar yapılmış en büyük devrim… Biz bu devrimin ilk otuz yılında internetin çok iyi bir şey olduğunu gördük: İnternet = Özgürlük!
Tıpkı diğer özgürlükler gibi internet de seçimsel bir denetime tabi tutulmak isteniyor. Tıpkı Rock’n Roll’u toplumdan uzak tutmaya çalışan Avam Kamarası Bakanları gibi bugün de internetin tu kakalığından ülkemizi, milli birlik ve beraberliğimizle birlikte milli irademizin korumaya çalışıldığı aşikar…
Filme dönersek, filmin müzikleri tek kelimeyle harika. İşlediği dönem zaten Rock’n Roll’un altın çağı… Her ne kadar ben bu dönem sonrasında Hard Rock’la geçen yılları ve müziklerini sevsem de, tartışmasız müzikler enfes…
Değişik, eğlenceli, kulağınızın pasını silecek bir film, ayrıca o dönem yaşananları günümüzle mukayesesi açısından izlenmeli.