Artık her gün batımında bir anlam var. Batan her günü kutsamaya başladım. Bir adım daha ilerlemek için doğan her güneşe “Hoşgeldin” demem gerekiyor.
Günlerimiz kısa ve sayılı, zaman çok fazla ama bize ait olan içinde bir damla ki günden güne sünger gibi çekiyoruz içimize, yetmiyor…
Feda edilen uykularımızla kaybediyoruz çoğunu, yediğimiz lokmanın dahi tadını çalıyor uykusuzluk, isteksiz ve hevessiz başlıyoruz her güne… Akşam nasıl oldu fark etmeden yığılıyoruz kanepelere. Elimizde telefon ve kumanda ile atletli atalete tavizzsiz şekilde teslim ediyoruz kendimizi… Saat kaç oldu? Bir, iki ve iki buçuk… Çok geç ve iki saatlik kaçamakla bir günü daha yaktık be, değdi mi?
Oysa doğaya dönüş yok. Doğanın doğrusu var ve doğruya dönüş olmalıydı hedef. Vücut saati belli, sabah körü değil elbet fakat en geç kuşluk… Apartmanların çatılarından mesaiye gidiyor ya kuşlar işte tam o vakitir kalkma vakti. Kalk ve kuşlara selam ver ve gün batımından önce geri dönüşlerin kadar her dakika çalış, yorul… Yerdeki ayağını, göğsündeki nefesini ve parmak ucundaki her teması hisset, yeter mi? Yetmez… Suyu kana kana içecek kadar yorul ve ilk lokmanı yutmadan önce önce kokla, iyice çiğne. Sev, sarıl ve gül. Varlığına ve standarta dahi şükret.
Bir sonraki gün batımına boş gelme, bir çayı, bir kahveyi, bir bardak rakıyı veya şarabı ve belki de sadece bir bardak suyu gün batımına karşı içmeyi hak etmiş şekilde çık balkona, yoksa pencerene.
Batıya bakmak şart değil, güneşin batıdan battığını bil yeter, zamandan korkma kuşlar gökte seni beklemez, sen kuşları bekle geçip gittiklerinde iş tamamdır, güneş battı işte…
Bizim 2 Milyar 850 Milyon çocuğumuz var. Dünya eşit değil, olmamalı da! Yaşam hakkımız mesela; biz yetişkinlerle çocukların yaşam hakkı eşit olmamalı, çocukların yaşam hakkı daha fazla olmalı ve hatta Çocuk Diktatörlüğü kurmalıyız belki de.
Uğrunda mücadele etmeye değer gördüğünüz bir şey var mı hayatta? Eminin herkesin içinde kutsadığı kendi kutlu amacı özenle gizleniyordur. En üst düzey idealden en tutkulu isteğe kadar her şeyiniz sizde dursun fakat yanına tek bir şey koymak ve bunun için mücadele etmek hepimize kendimizi gerçekleştirmek için en büyük sıçrama rampasını hediye edecektir:
Tüm Çocukları Doyurmak!
Dünyada 600 Milyon çocuk yatağa aç giriyor! Aç kelimesi biz toklar için geçici bir durumu anlatıyor gibi gelebilir, daha doğru aktarmak için lütfen hissederek düşünün ve tekrar edin: Çok acıktınız, yiyecek hiçbir şey yok, uyudunuz kalktınız ve daha da açsınız bir ümit etrafa bakıyorsunuz ve yine yiyecek hiç bir şey yok, öğlen oluyor çok aç ve halsizsiniz üstelik kan şekeriniz düştüğü için uyuklayarak akşam ediyorsunuz ve akşam çok daha aç olarak sinirleriniz yıpranıyor, saldırganca arayışınız sizi bir gün değil bir saat içerisinde ümitsizliğin kabulüne ve derin bir keder ile açlık uykusuna teslim ediyor. Bazı günler ne olduğunu bilmediğiniz çöpleri yiyor bazı günler ise ağzınıza bir avuç toprak(!) tepiştiriyorsunuz. Bu haftalarca, aylarca sürüyor. Bu bir ceza değil, suçunuz yok ki ceza olsun! Biraz olsun hissedebildiniz mi?
Şimdi biraz rahatlayalım, siz böyle bir durumda değilsiniz gevşeyin ve şükredelim. Gerçekten şükrettiniz mi? O zaman devam ediyoruz, bu açlık şükür ki sizde yok fakat karşı komşunuzun veya mahallenizin bir köşesinde veya ilinizde veya ülkenizde veya Dünyanın herhangi bir yerinde bir çocuk günlerdir hiçbir şey yemedi, ayağı kalkacak hali yok ve zayıf bacakları yattığı yerde dahi titriyor, gözleri solmak üzere ve bedeni ona tükenmek üzere olan acıdan başka bir şey vermemiş. Üzücü, çok üzücü, yıkıcı, tahammül edilemez, bunu durdurmalıyız! Tepkiniz hangisi? Hangi derecede bir tepki verdiğimizin anlamı yok aslında. Yıllarca bu tepkinin derecesinin bir işe yaradığını zannettik fakat hiçbir şey yapmama çemberini oluşturmaktan başka bir şey yapmıyorduk… Yapmamız gereken tek şey soru sormaktı oysa:
Neden?
Neden çocuklar aç?
Neden bu aileler aç?
Bir çocuk çalışabilecek çağa gelene kadar kaç ton yiyecek tüketir?
Gıda üretiminin bedeli nedir?
Binlerce yıldır kollarımız ve tohumlarımızla gıda üretmedik mi?
Bir meyve, bir sebze içinde binlerce tohumu barındırırken ırmaklar, yağmurlar henüz kesilmemişken ve ayağımızın altında toprak varken neden açlık var?
Siz de kendi sorularınızı ekleyebilirsiniz. Bu sorular ilk defa sorulmuş sorular değil elbette, biraz araştırınca başkalarının da sorduğunu ve hatta yanıtladığını da bulabilirsiniz fakat bulduklarınızın çoğu yanıt değil durum tespiti ve bahane olacaktır. Çünkü yanıtlar her zaman çözümün kapısını aralarlar ve 2020 yılında halen bu sorunu çözemediğimize göre doğru yanıtları alabilmiş değiliz demektir.
Ne Yapabilirim Ki?
Hiçbir şey, belki de çok şey… Seçim size kalmış. Hiçbir şey yapamayabilirsiniz, eskisi gibi 15 saniye üzülüp “Yazık…” der ve diyetinizi ödediğinizi düşünebilirsiniz. Ben çok şey yapabileceğimizi daha da önemlisi çok şey yaptırabileceğimizi ve birçok şeyi değiştirebileceğimizi düşünüyorum. En kötü ihtimalle biz yapamasak da çocuklarımızın çocuk yoksulluğunu ortadan kaldırmayı başarmalarını sağlayabiliriz.
Çocuklarımıza “gelecekleri için” kodlama öğretmek yerine tarım yapmayı “gelecekleri için” tarım yapmayı öğretmeliyiz.
Bu yazıyı yazmamdaki ilham buydu. Doğayı, toprağı ve paylaşmayı bilen çocuklar yetiştirmeliyiz, karınları her daim tok olmalı ve koşup bütünleşebilecekleri temiz bir çevre içinde yaşamalılar.
Geç oldu bu konu da bir diğer yazıya kalsın. Dilerim o zaman tekrar gelirsiniz ve kafamızda daha çok soru ve kafamıza kazınacak yapılacaklar listemiz olmuş olur. Siz de aklınızdaki soruları yazmayı ihmal etmeyin.
Vurucu olsun diye görsel kullanmadım, fakat bir değişiklik yaparak siz arama motoruna:
Aç çocuklar
Evsiz çocuklar
Fakir çocuklar
Çocuk Yokslulluğu
gibi terimleri kendi ellerinizle yazarsanız sevinirim.
Sosyal medyayı azaltınca tekrar günlüğe dönmek için fırsat oldu. Tema güncelle, güvenlik eklentileri ayarla, https ayarla vs. kendi sunucunda barındırdığın wordpress’i idare etmek gerçekten zorlaşmış. Keşke zamanında wordpress.com’dan cüretsiz bir gümnlük alıp zahmetsizce yazsaymışım. WordPress adeta tüm spammer ve zararlı yazılımdan medet uman acizlerin hedefi olmuş… Spam yapmayın, kitap okuyun!
Vergiler Ülkemizi “Kötü Teknoloji Çöplüğü” Yapacak
Son dönemde artan vergiler canımı sıkıyor. Yeni bir cep telefonu almam gerekli, LG G4 telefonum artık epeyce eskidi fakat hem yurt dışından yolcu beraberinde getirilen telefon harçlarının 1600 TL’ye çıkması hem de yurt içinde satılan telefonlarda ÖTV’nin %50 ye çıkarılması kötü oldu.
Bunun yanında hem döviz kurunun yükselmesi hem de satınalma gücünün düşmesi ile Bilgisayar pazarında da işler hiç iyi değil. Eskiden ortalama bir işlemciye sahip mesela i3- i5 bir bilgisayarı aldığımız parayla bugün Atom veya Celeron işlemcili işeyarmaz bilgisayarlar satılmata. gerçekten çöp cihazlar ve milli servet israfı. Hem de “iyi markalar” bu düşük fiyatlı ve kötü konfigürasyonlu bilgisayarları satıyor… Eskiden Gürcistan veya diğer fakir ülkeler için böyle adi ürünler ürtetip satarlardı…
İşlemcisi köt, ekran kartı yok, kasa klavye elde kalıyor ve 3.000 TL… Şaka gibi… Bu durumda ne oluyor, bu çöp cihazların hangimize fayası var, hangi iş yapılır bunlarda? Ülkemize nasıl bir faydası olsun… Hepsi kısa zamanda çöpe gidecek DÖVİZ İSRAFI, DIŞ TİCARET AÇIĞ!
Sadece telefon ve bilgisayar değil, iş makinelerini düşünün, gelişmiş imalat makinelerini… Her alanda kötü makine tercih edilecek, verim düşecek ve bakım maliyetleri aratacak… Bugün günü kurtarmak için konulan vergiler yarının enflasyonu olarak karşımıza çıkacak.
Bu kadar ekonomi politikası yeter.
Sanal Kitap Kulübü
Geötiğimiz aylarda Telegram üzerinden sanal bir kitap kulübü kurduk. Yaklaşık 25 kişiyiz ve ilk kitabımız olarak “Tembellik Hakkı” kitabın okuduk ve birlikte çok güzel biçimde Telegram üzrinden tartıştık (negatif anlamlı düşünmeyin).
Yaz olmasından kelli ikinci kitabımız olan “Aylaklığa Övgü“Â programından biraz şaştı. Bu hafta Perşembe günü tartışacağız. eğer niyetiniz varsa grubumuza katılabilirsiniz: https://t.me/kitapklubu (tıklayarak katılma penceresine erişebilir ve bize katılabilirsiniz.)
Umarım önümüzdeki günlerde günde yarım saat ile düzenli şekilde devam ederim. Pek ümidim yok.
Kooperatifçilik
Şu anda çocuklarımızın geleceği için büyük kaygı içerisindeyim özellikle de eğitim konusunda. Devlet okullarının günden güne kötüleşmesi, özel okulalrın pire gibi çoğalması ve kalitesizliğinin yanında fahiş fiyatlı olması beni çok çaresiz hissettiriyor. Bu nedenle İzmir’de bir Eğitim Kooperatifi kurmayı/katılmayı hayal ediyorum. Hali hazırda var -> Başka Bir Okul Mümkün fakat farklı bir ilçede olduğu için pek düşünmüyorum.
bence birçok konuda kooperatifler bizi günümüz sorunlarıdnan kurtarabilir. Yeter ki dürüst olalım ve işe koyulmaktan korkanlardan olmayalım.
Bu konuda ilk olarak Kooperatifler Kanunu’nu okudum şimdi de Eğitim Kooperatifleri üzerine bir kaç şey bulup okumam lazım.
İnternet Sansürü
Wikipedi erişime kapandığında kıyameti koparmadık ya, o nedenle adeta helaka mahkumuz.
İlk cephe kaybedildiğinde sonrasında Netlix, BluTv, PuhuTV gibi daha “özel alana” giren sitelerin RTÜK denetimine girmesi insanları epeyce gerdi, ama yine kıyamet kopmadı.
Şöyle düşünün, evinizde salonda oturuyorsunuz yan koltukta kalın çizgili takım elbiseli, kalın kravatlı ve nursuz yüzlü bir denetim görevlisi var sizin elinizde bir TV kumandası var… Tam bir kanal açacaksınız “Açmanız uygun değil” diyor… O kanaldan vazgeçtiniz bir dizi izliyorsunuz açık bir sahne var, geliyor gözlerinizi kapatıyor… Yatak odanıza gideceksiniz gözü üzerinize… İşye yetişkin bir insan için RTÜK bu demektir, ötesini siz hayal edin…
Özel alana devlet müdahalesi kabul edilemez, sınırı yatak odası olarak belirlenen bir “Evet evin içinde de karışırım, kimle oturuyorsunuz hangi cinsiyet birbiriyle oturuyor” cüretinin neticesini yaşamak diyetimiz, ama gühansızken diyet kesilmez, elbet vardır bizim de bir kabahatimiz…
Bugün işçi bayramı, bu konudaki kalıplaşmış düşünceye uygun biçimde sendikalı bir işçi olarak bu bayramı kutlama hakkım var hem de işçi olmayan ve bu bayramı kutlayan herkes kadar, onlardan 1 nebze fazla değil en çok onlar kadar. Kutlu olsun.
Yaklaşık birbuçuk yıl sonra yeniden İstanbul’a gezmeye geldik. Yaklaşık 13 yılımın geçtiği Kadıköy dışında özlediğim yerleri Taksim’in eski hali, Beyazıt’tan Sirkeci’ye kadarki yürüyüş yolum. Üniversite için gelip 13 yıl yaşadığım, evlenip çocuk sahibi olduğum güzel Kadıköy… Çok süslenmiş, neşelenmiş, iyice kalabalık olmuş… Turist olarak gezmek ne ala… Özlemişim.
5 yıl yaşadığım Moda… Başka bir köşe… Sahilinden akşam tarihi yarımadayı görmek ve iki yudum içmek burnunuzun dibindeki erişilebilir en büyük keyiflerden biriymiş.
Gezerken ilk dakikadan başladı anılar ve çağrışımları. Yaşlanmak, geçmişe özlem ve geçmişin sadece iyi anlarını hafızada korumak romantizmi iyice artırıyor.
Ama Kadıköy’ün hatırası diğer yerlerden farklı. İnsanın mekanla bağ kurmasında en önemli etkenlerden biri “Kültür”. Muvakkithane diye sokağı olan bir çarşıdan bahsediyoruz. Bilenler bilir… Bu kültürün verdiği yaşıyor olma hissi güzel.
Son olarak İzmir İstanbul otoyolu ve Osmangazi köprüsü çok pahalı. İzmir Akhisar aradı 38 TL + Bursa – Osmangazi köprüsü aradı 136 TL… Balıkesir bölümü inşaat halinde, onu da eklersek tahmini 250 TL gibi bir fiyat olacak ve çok yüksek… Değişmeli.
(Cep telefonundan yazıldı)
Farkına vardığımızda artık gerçekleşmiş olan veya farkına varmamızın onu gerçek kıldığı bir olgu; zamanın hızlanması…
Zaman diye bir şeyin olup olmadığı tartışılıyor olsa da zamanın nasıl geçtiğini hissedebiliyoruz. Çok öznel bir gözlem olsa da herkesin benzer bir hissi dile getirdiğini duyuyor insan… Yıllar ilerledikçe daha çok duyulur oluyor…
Çocukluğumuzu hatırladığımızda günlerin ne kadar uzun olduğunu akşamın bitmediği yetmezmiş gibi ertesi gün de sabahtan öğleye dahi vakit geçmezdi değil mi… Oyuna daldığımızda saatler sonsuzlaşır, zaman mefhumu yok olurdu değil mi?
Çocukluğumu hatırladıkça bazı berrak anlar gözümün önüne geliyor; oynadığım ve eğlendiğim anılarımda ortak nokta bir zaman kaygısının olmaması hatta tam tersine zamanın adeta durduğunu ve o keyifli anların sınırı olmayan bir süre sürdüğünü hisleanımsıyorum(hem anımsıyorum hem de şu an dahi hissediyorum). Eğlenmediğim, sıkıldığım ve bir şeyi beklediğim anıları çağırınca ise zamanın işkence edercesine yavaş aktığını hala güçlü şekilde hisleanımsıyorum.
Şimdilerde ise zamanın çok daha hızlı olduğunu hissediyorum. Her geçen yıl zamanı daha da hızlandırıyor sanki. Haftalar günler gibi olmaya başladı. Hoş halk arasındaki hikayelerde de duyuyorduk ya günler, aylar, mevsimler, yıllar… Yaşlandıkça yıllar gün gibi geçiyormuş. Şu an haftaların gün gibi geçme evresinde olduğumu kesinlikle tespit etmiş durumdayım.
Otuzlu yaşların ortasındaysanız muhtemelen siz de benim gibi hissetmektesiniz. Peki bu hisle ilk tanışmamız bir kaç yıl öncesine aitken bu acaba neden diye sorduk mu kendimize? Ben sordum ama araştırmadım, insanlarla konuşurken benzer hisleri ifade edip bunun çok normal ve önüne geçilmez bir durum olduğunu kabul edip konuyu kapattım çoğu zaman. Fakat bunun bir nedeni olmalı değil mi?
Neden Yaşlandıkça Zaman Daha Hızlı Akar?
Bu soruyu aslında her insanın merak ettiği ve sorduğu bir soru sanırım, bilim insanları ise bu soruya henüz kesin bir yanıt verebilmiş değiller. Geçenlerde okuduğum ve aşağıda çevirisini bulabileceğiniz makale özeti haberinde bir teori ortaya atılmış: Beynimiz yaşlandığı için artık daha az görseli işleyebiliyor ve bu nedenle zaman daha hızlı akıyormuş gibi hissediyoruz, bir farkındalık kaybı sanki…
Artık seneler aylar gibi, haftalar günler gibi, saatler dakikalar gibi geçiyor! Zaman bir acele hastalığına tutulmuş da bizi iterek kovalar gibi koşuyor! En kısa bir lezzet için fırsat ve imkan kalmıyor. Ömrümüz mahrekinden* kopup gözlerimiz karşısında gönlümüzü kıran bir süratle boşluğa düşüp sönen bir yıldız gibi geçiyor! En eski, en sevgili ölülerimiz dirilseler ve yanımıza gelseler belki onlarla buluşmaya ve uğraşmaya bile vaktimiz olmayacak!
(*mahrek: yörünge)
Abdülhak Şinasi Hisar
Beyin yaşlanması zamanın neden yaşlandıkça daha hızlı hareket ettiğini hissini açıklayabilir
Yaşlandıkça zamanın daha hızlı hareket ettiği öznel duygusu evrenseldir ve yıllar içinde bilim adamları bunun neden olduğu konusunda bir takım farklı açıklamalar yaptılar. Duke Üniversitesi’nden bir makine mühendisliği profesörü, fenomeni açıklamak için yeni ve garip bir hipotez öneriyor ve bu yaşlanan beyinlerimizle de ilgili.
Yaşla birlikte daha hızlı hareket eden zaman duygumuzun arkasındaki ortak psikolojik açıklamalardan biri, çevremizdeki algısal bilgi ne kadar tanıdıksa, o kadar az dikkat ediyoruz. Örneğin, çocuklar günlük bilgileri işlemek için önemli ölçüde daha fazla beyin gücü kullanarak sürekli olarak yeni olaylar ve ortamlar algılıyorlar. Yaşlandıkça, realitemizin yenilikçiliği yavaş yavaş azalır, ve kişiyi daha hızlı akan zaman duygusuyla başbaşa bırakır.
Duke Üniversitesi’nde makine mühendisi olan Adrian Bejan bu fikri benimsemiş ve fenomenin temelini oluşturmak için daha sağlam ve fiziksel bir açıklama yapmış. Gençken daha fazla bilgiyi işleme koymamız bize zamanın daha yavaş hareket etme hissini verirken, Bejan, zihinsel görüntüleri çok daha hızlı bir şekilde tanımlayabilen ve entegre edebilmesinin genç beyinlerin bir yeteneği olduğunu söylemekte.
Bejan, “İnsanlar genellikle gençliklerinde sonsuza dek sürecekmiş gibi hissettikleri günlerden ne kadar hatırladıklarına şaşırıyorlar” diyor. “Deneyimlerinin çok daha derin veya daha anlamlı olması değil, sadece hızlı ateş altında işleniyor olması.â€
Bejan’ın fikri, beynimizin yaşla birlikte bozulan fiziksel özelliklerinin zaman duygumuzu hızlandıracağıdır. Mesela sakkadik frekansımızın yaşlandıkça azaldığı bilinmektedir. Bu bizim tek zihinsel imgeleri algılama yeteneğimizdir ve bebeklerde yapılan çalışmalar genç gözlerin yetişkinlerinkinden çok daha hızlı hareket ettiğini ortaya çıkarmıştır. Bejan, bunun daha genç beyinlerin eski beyinlere göre daha hızlı bilgi edindiğini ve birleştirdiğini, gösterdiğini ve gençken daha yaşlı ve daha gençken daha yavaş hareket etmenin öznel bir zaman duygusuyla sonuçlanan bu daha yüksek algısal veri yükü olduğunu öne sürüyor.
Bejan, “İnsan zihni algılanan görüntüler değiştiğinde zamanın değiştiğini algılıyor†diyor Bejan. “Bugün geçmişten farklı çünkü zihinsel bakış birisinin saatinin çalmasından dolayı değil. Gençliğin içinde günlerin daha uzun sürdüğü görülüyor çünkü genç zihnin bir gün boyunca yaşlılıktaki aynı zihinten daha fazla görüntü aldığı görülüyor.â€
Bejan’ın önerisi inkar edilemez derecede zorlayıcı, yaşla hızlanan öznel zaman algısını makul bir şekilde açıklayabilen nörolojik bir mekanizma sunuyor. Bununla birlikte, bu tamamen fiziksel mekanizma, biz yaşlandıkça yıldan yıla geçen zamanın hızındaki görünüşte tutarlı ve üssel olan görünüşte ortaya çıkan artışı tam olarak açıklamıyor.
Logaritmik hipotez, bu algıyı doldurmakta ve zaman algısının yaşadığımız zamanın oranına göre olduğunu ortaya koymaktadır. Bu nedenle orantılı olarak, bir yıldan 10’a kadar bir yaş, bir yıldan 50 yaşına kadar çok daha uzun sürüyor. Bath Üniversitesi’nden matematikçi bir biyolog olan Christian Yates’in açıkladığı gibi, 10 ila 20 yaş arasında algılanan zaman deneyimi 40 ila 80 ile aynıdır.
Yates, “10 yaşında bir çocuk, hayatlarının sadece% 10’unu (biraz daha fazla tahammül edilebilir bir bekleyiş olmasını sağlıyor) ve 20 yaşındaki bir çocuğa sadece% 5 olduğunu†açıklıyor. “Logaritmik ölçekte, 20 yaşındaki bir çocuğun, doğum günleri arasında iki yaşındaki bir yaşantının yaşadığı orantılı artışı aynı yaşamaya başlaması için 30 yaşına kadar beklemeleri gerekecek. Bu görüşe göre şaşırtıcı değil. Yaşlandıkça zaman hızlanıyor gibi görünüyor. “
Bütün bunlar kesinlikle zamanın karmaşık olduğu şaşırtıcı olmayan bir sonuç ve bununla ilgili algımızın daha da artmasını sağlıyor. Bejan’ın yeni fikri biraz doğru olabilir ama kesinlikle büyük zamanlamadaki öznel bir deneyim olan tek yapbozdur.
Bu yukarıdaki çeviri Google Translate’in yaptığı çeviri, üzerinde çok az müdahalede bulundum, çeviri konusunda yapay zeka ve diğer araçlarla Google işi epey ileri gtürmüş gibi görüyor.
Üç konuda kafamdakileri biraz dökeyim, siz düşünün. Şu borcunu ödeyemecek adamın hikayesindeki gibi…
Köy Ensitüleri
İş Bankası yayınevini gezerken iki tane köy enstitüsü kitabı gördüm:
Hasanoğlan Köy Enstitüsü
5 Puan 232 OyÂ
Hasanoğlan Hatırası – Bir Köy Enstitülünün Kaleminden ve Objektifinden (1941-1951)
Fiyatı
:
Etiket Fiyatı = 29.63 TL %25
İNDİRİM22.22 TL
Cilavuz Köy Enstitüsü
5 Puan 600 OyÂ
Cılavuz Köy Enstitüsü
Fiyatı
:
Etiket Fiyatı = 29.63 TL %25
İNDİRİM- 22.22 TL
Kitaplara* kısaca göz gezdirken gördüğüm fotoğraflar beni çok etkiledi. 1935 yılında başlıyor çalışmalar… Onca imkansızlık arasında tam anlamıyla sıfırdan bir okul yapmak, arı çıplak öğrencileri giydirmek ve doyurmak, yetmezmiş gibi bir de üretim araçları ile eğiterek tarım ve temel hayvancılık öğretmek… Daha da fazlası bir de bozkırın ortasında, taşı kayanın insanla dalga geçtiği, mezraların insanları esir ettiği bu yerlerde bu gariban çocuklara keman çaldırabilmiş, bando kurdurabilmiş ve batıda ne varsa ayna tutabilmiş olmak inanılmaz bir şey. Bence muazzam bir başarı ve vizyon eseri bu projenin sırrı bu tam anlamıyla topraklara ait olması, “yerli ve milli” çağrışımı geldiyse aklınıza onu bir kenarda tutun, bu bence sınırlarını bu şekilde tanımlayamayacağımız bir olgu. Daha çok yaşamla ilgili, yaşamak için üretebilmek ve bunu da kendine yeterek kendi emeğiyle kendi yerelinde yapabilmek.Devrim ve Muhteşem!
İnsan ölür kalır eseri sözü ne kadar doğru -sözün başı da bir o kadar yanlış, semer eşeğin değil insanındır, hayvanlar mülk ve eşya sahibi olmazlar. Düşününce sanki gerçek zamanlı bir strateji oyunu gibi, taş, ağaç ve temel kaynaklardan yapılan bir okul, Civilization – Uygarlaşma…
İmkanım olsa, suçu da üzerime alıp bu kitapları tarayıp herkese ulaştırmak isterim. Çoğu kişi resme bakar yazıyı okumaz elbette, ama varsın resme baksın, bir de bugünümüze. Bu muhakeme bile bir kişinin toplumsal bilincinin artmasına çok katkı sağlar. Bu resimlerin birçoğu internette mevcut aslında, arama motorunun görseller kısmına “Köy Ensitüsü” yazmak kafi, buna dahi üşenenler tam buraya tıklayabilir… Müsait olduğumda bir albüm yapmak isterim. Müsait olacağımı pek düşünmediğim için şimdilik sizi çok da sevmediğim hap-galeri sitesine yönelenirebilirim: https://onedio.com/haber/kurulusunun-76-inci-yilinda-koy-enstituleri-492108Â
Civilization – Uygarlaşma, kaynaklarla çağ atlama, devrimler… Fantazi bu ya çoğu milletvekili bakan ve yönetici için bu oyunları oynamak asgari yeterlilik şartı olsa bence bir şeyler çokfarklı olur. En azından bir simülasyon yapsalardı, pat-küt değişen ekonomik, eğitim, sağlık ve güvenlik politikaları arasında halkımız ezilip duruyor. Boşverin neyimize lazım belki de on dayanma noktamızı bu simülasyonlarla bulup limitlerimizi zorlarlar…
Peki neden kapatıldı derseniz, sevdiğimden değil anlatışından dolayı paylaşıyorum İlber Ortaylı anlatsın:
Gelelim bir yitik değere: Köykent Projesi. Bu proje ne yazık ki çoğunluk gibi başarısı değerlendirilebilecek bir seviyeye gelmeden bitmiş, ve hep bir hayal olarak kalmış. İlk uygulama 1978’de Taşkesti/Bolu’da yapılmış(http://www.bolugundem.com/bir-koykent-oykusu-68745h.htm), 14 ay süren bir yatırım süreci sonrası atıl bırakılmış ve hüsranla bitmiş. Daha sonra 2001 Ecevit uzun bir aradan sonra yeniden Başbakan olmuşken Mesudiye/Ordu’da bir deneme daha yapılmış (http://www.gazetevatan.com/ecevit-in-hayaliydi-kabus-oldu–580543-gundem/) fakat bu da hüsranla sonuçlanmış, sonrasında ise klasik olumsuzluk ve insanın içini ekşiten bir beceriksizlik ile neticelenmiş.
Devletin girişimlerinde enkaza dönüşen girişimler ve çürüyen temellr çok. Ama sanılmasın ki özel teşebbüsün girişimleri hep tutuyor, daha fazla enkaz, daha fazla batık firma sistemin içierisinde dönerken -“sermaye sahibinin parası battı nasılsa demeyin- faturanın çoğunu batan firmaların borç taktığı kişiler ödüyor, bu da ayrı bir tartışma…
***
Bu iki konu kafamı çok kurcalıyor, doğrusunu söylemek gerekirse bunun nedeni kalabalıklaşan şehirlerde ruhen ve bedenen eziliyormuş hissine kapılmam. Hem hissiyatım hem de diğer insanları görüp onların duygusal ifadelerinden de bu yönde bir kanıya sahip oldum. Yeni metropol planları ve genişleyici politikalar kırsal nüfusun vaktinin artık dolduğunu, ilçelerin ya büyümek ya da yok olmak zorunda olduğunu açıkça beyan ediyor. Tarımın artık köylünün elinden çıkıp büyük şirketlere kiralanan devasa araziler üzerinde -sözde- daha verimli yapılması düşüncesinin yanlış ve yokedici uygulamasını yavaş yavaş görüyoruz. Nüfus demek öncelikle tüketim, hizmet satışı ve rant demek, işgücü ise ikincil olarak değerlendirilmekte, yüksek işsizlikde dahi tüketim seviyemizin maksimumda tutulması bile yeni şehir ekonomilerini izah ediyor. Nasılsa borçlanabiliyoruz ya, geleceğimizle öderiz, sorun yok.
Geniş topraklara sahip güzel ülkemizin coğrafyasında barınacak güzel ve ileri şehirlere dönüşebilecek onc ayer varken buncacık şehirlere tıkılıp turşu gibi yavaş yavaş çürümeye ne gerek var? Neden daha farklı bir yerleşim planımız yok?
Doğaya kaçış ve komün köyler bireysel çözüm arayılşlarından ibaret. Bir de aklıma gelmişti ama şimdi bulamadım Tansu Çiller’den arazi isteyip yerleşim kurulan bir köy vardı… Neyse demek istediğim bu şekilde bir politikanın olması ve minimalist yerleşim yerleri ağında rahat nefes alabileceğimiz şekilde yaşayabilmemiz yeni bir seçenek olmalı.
Şifrepunklar kod yazar. Eric Hughes, Bir ŞifrePunk’un manifestosu, 9 Mart 1993
Şifrepunk nedir? Bu soruya yanıt verebilmek için öncelikle Şifre ve Punk nedir? sorularına yanıt vermemiz gerekmekte. Burada bahsi geçen şifre kriptografi konusu dahilindedir. Peki “kriptografi” nedir diye sorarsanız o da makul bir sorudur, kriptorgafi verilerin matematik fonksiyonları kullanılarak şifrelenmesi ve belirli yazılımsal anahtarlarla açılabilmesi ile verilerin özel kılınmasını sağlamaktadır. “Gerçek hayatta ne işimize yarayacak, ben bunu yapamam” diye düşünmeyin, yapabilmeniz bahsi dışında gerçek hayatta çok işimize yarayan bir şey bu kriptografi. Siz doğrudan bir şifreleme yapmasanız da sizin yerinize bunu yapan o kadar şey var ki, internette grzindiğiniz sayfalari WhatsApp, Telegram gibi yazışma uygulamaları mesela… İletileriniz şifrelenerek siz ve konuştuğunuz kişi dışında üçüncü kişilerin yazışmalarınızı okumasının önüne geçilmekte. Buraya kadar kavramlarda ve kavramada sorun olmadığını düşünüyorum.
“Kriptografi… Kripto… Kripton! Bunun Süpermen ile bir ilgilisi olabilir mi?”
“Kriptografi… Kripto… Kripto Para! Bunun Bitcoin ile bir ilgilisi olabilir mi?
Bu iki dudak fısıltısından ilkine sahipseniz siz çok özel ve güzel bir insansınız, potansiyeliniz yüksek.
Şayet ikincisine sahipseniz size özel bir iltifatım olmayacak. Bildiğiniz kulak dolgunluğu. Evet, haklısınız bunun Bitcoin ile bir ilgisi var. Bitcoin kriptografi sayesinde ortaya çıktı. Kriptografi sayesinde yaratılan en büyük son ürün, sayısal bir para birimi.
Buraya kadar Kriptografiyi anlatmaya çalıştık. Peki gel gelelim ikinci soruya
Punk Nedir?
Öncelike Punk ölmedi (Punk is not dead), Punkçular da ölmedi (Punk’s not dead)
Punk tekil kelime anlamıyla “Değersiz, Serseri” anlamlarına gelen bir kelime. Türk Dil Kurumu sözlüğünde karşılığı yok. Aslında sadece bu anlamlara da gelmez. Bknz engelli Vikipedimiz:
Vikisözlük’te punk ile ilgili tanım bulabilirsiniz.
Punk’un esas anlama büründüğü şey ideolojisi. Meraklısı yukarıdaki bağlantılardan ve Google’dan Youtube’dan konuyla haşır neşir olabilir.
“D. I. Y. – Kendin Yap” kültürü Punkla ilgili bilmediğim ve ilgimi çeken bir alt başlık oldu. Buna da bir ara eğilelim. Çünkü şu an ülkemizde de birçok insanın yavaş yavaş başvurduğu bir üretim biçimi olmaya başladı. Mesela butik bira…Â
Asi, başınabuyruk ve anarşist bir kimliği hayal edelim ve devam edelim.
ŞifrePunklar Kimdir?
Şifrepunk (Cpherpunk) ile Siberpunk (Cyberpunk) farklı iki kavramdır, kelime olarak benzer görülse de karıştırılmaması gerekir. Şifrepunklar kod yazan gerçek insanlardır ve günümüzde yaşarlar, Siberpunk ise bir bilim-kurgu türüdür, yakın gelecekte geçer ve sibernetik şeyler, insan makine düzeni, dünyayı yöneten ağlar ve ağalar gibi konuları işler.
Şifrepunklar 80’li yıllardan sonra ortaya çıkan bir grup. Kriptografi ile bireyleri devletlerin gözetiminden ve şirketlerin çıkarlarından korumaya kendilerini adamış insanlar. Şöyle bir düşününce gerçekten çok ileri görüşlü insanlar. 2020’ye merdiven dayadığımız şu günlerde tam olarak hem devletler tarafından izlenen hem de şirketlerce hal ve davranışları gözlenen bireyler haline geldik. Bunu 40 yıl önce görüp bu konuda eyleme geçen bu insanlar gerçekten tebrikten fazlasını hak ediyor.
Aslında benim de konuyla tanışmam Bitcoin sayesinde oldu. Yazılımcı veya Kriptografi uzmanı değilim, bugüne kadar da Şifrepunkları duymamam normal. Bitcoin belgeselini izlerken Şifrepunlara atıf yapılması ve Bitcoin’in yaratıcıları olduğu iddia edilen Hal Finney, Nick Szabo ve diğerlerinin ilk Şifrepunkardan oluşu ilgimi çekmişti. Öte yandan günümüzdeki internet ve kişisel mahremiyet durumları…
Mahremiyetimiz, anonim olma hakkı, izlenmemek, şirketlere meta olmamak ve en önemlisi internet kişiliğimiz ve bu özgürlüğümüz gibi konuları düşünürken bu arkadaşlara merakım iyice arttı.
Biraz eski kafa düşünmeyi sevdiğimden bu akımın illa ki bir manifestosu vardır diye düşündüm ve konunun özüne kısayoldan inmeye karar verdim. Bulduğum manifestolar:  Hughes, Eric (1993), A Cypherpunk’s Manifesto ve Timothy C. May (1992), The Crypto Anarchist Manifesto. Bu manifestolar henüz Türkçeye çevrilmemiş.
Doğrusunu söylemek gerekirse ilk araştırmamda Eric Hughes Bey’in manifestosuna rastladığım için onu çevirmeye başladım.
Ben bu Şifrepunk kültürünün ilerleyen dönemlerde çok ama çok ihtiyacımız olacak bir temel zemin olacağını düşünüyorum. Bitcoin’in varlığıyla -her ne kadar çoğu kişi Bitcoin’i salt bir yatırım aracı olarak görse de- esasen varlığının amacı bireylerin özgürlüğünü sağlamak olan bir sayısal paradır. Bitcoin bu manifestonun asli bir parçasıdır. Kendisinden önceki sayısal para denemelerinin mirası üzerinde yükselerek manifestodaki yeri doldurmaktadır.
Neyse çok uzatmayalım, Karl Marx ve Fredrich Engels’in Komünist Manifestosuna 40 sayfa önsöz yazanlar gibi hissettim kendimi. Bırakayım da Erich Hughes bu manifesto ile Şifrepunk’ı anlatsın. (Timothy May’in bu manifestodan 1 yıl önce yazdığı “Kripto Anarşist Manifesto” ise bir sonraki yazıya kalsın)
Bir Şifrepunk’un Manifestosu
Elektronik çağda açık bir toplum için mahremiyet gereklidir. Mahremiyet gizlilik değildir. Özel bir konu, bir insanın tüm dünyanın bilmesini istemediği bir şeydir, fakat gizli bir konu, bir insanın hiç kimsenin bilmesini istemediği bir şeydir. Mahremiyet, kendini seçici olarak dünyaya ifşa etme gücüdür.
Eğer iki tarafın bir tür anlaşmaları varsa, o zaman her birinde bu etkileşimlerinin bir anısı vardır. Her parti kendi anısı hakkında konuşabilir; kim bunu nasıl önleyebilir? Buna karşı yasalar çıkarılabilir, ancak konuşma özgürlüğü, mahremiyetten bile öte, açık bir toplum için esastır; hiç bir konuşmayı sınırlamak istemiyoruz. Birçok taraf aynı toplantıda birlikte konuşursa, her biri diğerleriyle konuşabilir ve bireyler ve diğer taraflar hakkındaki bilgileri birlikte toplayabilir. Elektronik iletişimin gücü böyle bir grup konuşmasını mümkün kıldı ve sadece istediğimiz için ortadan kalkmayacak.
Mahremiyet istediğimizden, bir işlemin iki tarafının da sadece o işlem için doğrudan gerekli bilgiye sahip olduğundan emin olmalıyız. Herhangi bir bilgiden söz edilebildiğinden, açığa çıkan bilginin olabildiğince az olmasını sağlamalıyız. Çoğu durumda kişisel kimlik bilgilerinin belirginliği yoktur. Bir mağazada dergi satın aldığım ve kasiyere para verdiğimde kim olduğumu bilmesine gerek yoktur. Elektronik posta sağlayıcımdan mesaj göndermesini ve almasını istediğimde, sağlayıcımın kime konuştuğumu ya da ne söylediğimi ya da başkalarının bana ne söylediğini bilmesi gerekmiyor; sağlayıcımın yalnızca mesajı oraya nasıl ulaştıracağını ve ücretler için ne kadar borçlu olduğumu bilmesi gerekiyor. Kimliğim işlemin altındaki mekanizma tarafından ortaya çıkarıldığında mahremiyetim yoktur. Bu durumda kendimi seçici bir şekilde ifşa edemiyorum; Kendimi daima açığa çıkarmak durumundayım.
Bu nedenle, açık bir toplumda mahremiyet, anonim işlem sistemleri gerektirir. Şimdiye kadar, nakit (para) bu tür birincil sistem olmuştur. Anonim bir işlem sistemi gizli bir işlem sistemi değildir. Anonim bir sistem, bireylere, istendiğinde ve sadece istendiğinde kimliklerini açıklamalarını sağlar; bu mahremiyetin özüdür.
Açık bir toplumda mahremiyet aynı zamanda kriptografi gerektirir. Eğer bir şey söylersem, sadece niyetlendiğim kişiler tarafından duyulmasını isterim. Konuşmamın içeriği tüm dünyaya açıksa mahremiyetim yoktur. Şifrelemek mahremiyet arzusunu göstermekte ve zayıf kriptografiyle şifrelemek mahremiyet arzusunun fazla olmadığını göstermektedir.. Ayrıca, varsayılan kimliğin anonim olduğu durumlarda kimliğini güvence ile ortaya çıkarmak kriptografik imzayı gerektirir.
Devletlerin, şirketlerin veya diğer büyük, meçhul kuruluşların bize kendi çıkarları dışında mahremiyet vermelerini bekleyemeyiz. Bizim hakkımızda konuşmaları onların lehinedir, ve biz onların konuşmalarını beklemeliyiz Konuşmalarını engellemeye çalışmak, bilginin gerçeklerine karşı mücadele etmektir. Bilgi sadece özgür olmak istemiyor, özgür kalmak istiyor. Bilgi mevcut depolama alanını doldurmak için genişler. Bilgi Söylenti’nin daha genç, daha güçlü kuzenidir; Bilgi çok hızlıdır, daha fazla göze sahiptir, daha fazla şey bilir ve Söylentiden daha az anlar.
Eğer mahremiyet sahibi olmayı bekliyorsak kendi mahremiyetimizi savunmalıyız. Bir araya gelmeli ve adsız işlemlerin gerçekleşmesine izin veren sistemler oluşturmalıyız. İnsanlar yüzyıllarca kendi mahremiyetini fısıltılar, karanlık, zarflar, kapalı kapılar, gizli el sıkışmaları ve kuryeler ile savunuyorlar. Geçmişin teknolojisi güçlü mahremiyete izin vermedi ancak elektronik teknolojiler bunu sağlıyor.
Biz Şifrepunklar, kendimizi anonim sistemler kurmaya adamış bulunuyoruz. Mahremiyetimizi şifreleme, anonim posta iletme sistemleri, dijital imzalar ve elektronik para ile savunuyoruz.
Şifrepunklar kod yazar. Birinin mahremiyeti savunmak için yazılım kodlaması gerektiğini biliyoruz ve hepimiz bunu yapmadıkça mahremiyet sahibi olamayacağız, biz bu kodu yazacağız. Kodumuzu yayınladık, böylece Şifrepunk dostlarımız pratik yapabilir ve onunla oynayabilir. Kodumuz özgürdür ve dünyadaki herkesin kullanım içindir. Yazılımımızı onaylamazsanız bunu fazla önemsemeyiz. Yazılımın imha edilemeyeceğini ve yaygın şekilde dağıtılmış bir sistemin kapatılamayacağını biliyoruz.
Şifrepunklar şifrelemeyle ilgili düzenlemeleri geçersiz kılar, çünkü şifreleme temelde özel bir eylemdir. Aslında şifreleme eylemi, bilgiyi kamusal alandan kaldırır. Kriptografiye karşı yasalar bile ancak bir ülkenin sınırına ve şiddetinin koluna kadar uzanabilir. Kriptografi, kaçınılmaz olarak tüm dünyaya yayılacak ve bu onu mümkün kılan anonim işlem sistemleri ile birlikte olacak.
Mahremiyetin yaygınlaşması için sosyal bir sözleşmenin parçası olması gerekir. İnsanlar gelip ortak yarar için birlikte bu sistemleri kurmalılardır.
Mahremiyet sadece kişinin toplumdaki arkadaşlarıyla işbirliği varsa bu kadar genişler. Biz Şifrepunklar, ilginizi ve sorularınızı bekliyoruz ve sizinle etkileşim kurmayı bekliyoruz bu sayede kendimizi kandırmamış olacağız. Ancak, bazıları bizim hedeflerimizle aynı fikirde değil diye rotamızın dışına çıkamayacağız.
Şifrepunklar, ağların mahremiyet için güvenli hale getirmek için aktif olarak görev yapmaktadır. Birlikte bunu hızlıca gerçekleştirelim.
Doğrusu çok zor bir metindi. Özellikle konuya hakim olmayan birisi iin bu tür çeviriler yapmak zorlayıcı oluyor fakat buna rağmen öğretici yanı ise işin tadını veriyor. Ben de bu sayede pek çok şey öğrenmiş oldum. Dediğim gibi konuya çok hakim olmadığım ve aslında çevirirken öğrendiğim bu konuda bir eksik, yanlış veya hatalı çıkarımım olduysa lütfen yorum yazmaktan çekinmeyin. Çeviriyle ilgili ise belge açık olarak Google Docs üzerinde, hatalı veya eksik gördüğünüz yerlere yorum yazabilirsiniz, çeviriyi ona göre düzeltirim. Buyrun belgenin bağlantısı: https://docs.google.com/document/d/1iEyv_EDL_pXJjn9rSM1y_OqljKS_WK3FRkrTH6wkcjs/edit?usp=sharing
Gelelim öze, bu manifesto sizde bir kaç düşünce uyandırdı mı? Mahremiyet kaygınız var mı yoksa internete girişte TC Kimlik Numarası ile girişin zorunlu kılınması gerektiğini mi düşünüyorsunuz?Â
Süperkahraman filmlerini seviyorum. Külliyatına çok hakim olmadığım evrenlerde geçen bu filmleri izleyebilmek için bence iki şey gerekiyor, kurguyu sevmek ve daha da önemlisi kurguyu sorgulamadan kabullenmek.
Süperkahramanlık meşrebi itibarıyla fizik kurallarını, doğa kanunlarını ve inançların sınırları ötesinde icra edilen meşşaklatli, tehlikeli ve nankör bir meslektir. Derdi bitmez dünyada zalimin, vilyanın, sorumsuz idarecilerin yarattığı onca soruna göğüs gerildiği yetmezmiş gibi bu yerküre ötesinden dış fezadan gelen alyenin yükü de yine bu mesleğin omuzlarına biner. Hiçbir karşılık beklemeden bu necip ademoğlu için edilen bu hizmet karşılığı ne bir sosyal güvence ne de bir emeklilik maaşı bağlanır bu cefakar kahramanlara.
Çoğu zaman hükumeter gözünde muteber de değildir bu şahıslar. Ya yasa dışı eylemlerde bulundukları iddia edilir ya da kendi memleketinin milli emniyetini tehlikeye soktukları için suçlanırlar. Çoğu süperkahraman toplumdan dışlanır, sefil bir barakada dünya çilesini tamamlamak için kendi vatanında sürgün yaşar bu garipler. Örgütlenmedikleri için çoğu zaman topluma sorunlarını anlatamaz ve yaşadıkları ülkelerde gerekli yasal düzenlemeleri asla meclislerde geçirememeleri nedeniyle yaşam kaliteleri günden güne düşer. Oysa en azından Süperkahramanları Kalkındırma ve Yaşatma Derneği kursalar… Neyse, konumuz bu olmasa da toplumun hor görülen bu kesiminin yaşadığı sorunlara değinmiş olduğumu düşünüyorum.
Konumuza döneyim ve şimdiden sıkılanlara  Aquaman filmiyle ilgili kısa değerlendirmemi vereyim
Aksiyon&Hareket: 9/10
Gerçekliğe uygun kurgu: 4/10
Özgün konu: 5/10
Genel oyunculuk: 6/10
Görsellik: 9/10
Eğlence: 8/10
Bu tip filmleri sevmeyenler için eğlence: – 4/-10
Genel deneyim: Efektleri ve 3B deneyimi için sinema tercih edilebilir ama sırf merak için ise evde izlenir.Â
Spoiler vermeden inceleme yazmak çok zor doğrusu. Aman, bundan sonrası spoiler içerir bakmayın gözünüzü kapatın deseler de insanın gözü o spoilera gider ve nihayetinde çoğu zaman heyecanı yok eder. Fakat buraya kadar gelmişseniz biraz bir şeyler öğrenme arzunuz vardır elbette…
Aquaman kim, Atlantis Neresi?
Aquaman yarı Atlantisli yarı Amerikalı birisidir. Peki Atlantisli kimdir, Atlantis neresi dersek filme göre yaratılmış Atlantisten bahsetmek gerek. Efsanevi Atlantis uygarlığı filimde şöyle tasvir edilmiş:
Çok ileri bir uygarlık, teknolojisi ve enerji kaynaklarıyla çok büyük bir nüfusa ulaşmış ve enerjiye daha da aç bir hale gelmiş, yeni bir enerji kaynağı bulma denemeleri felaketle sonuçlanmış ve neticesinde büyük bir patlama ve sonrasında devasa bir deprem ile denize batmış bir megakent.
Peki nasıl olmuş da Atlantisliler boğulmamış? Boğulmuşlar fakat bir kısmı boğulmamış. Nasıl olmuşsa bu batış esnasında bu yeni enerji kaynağının patlaması bir çeşit evrimi tetiklemiş ve su altında nefes alır hale gelmişler. Atlantisliler nasılsa yüzgeçleri olmadan bunu başarır şekilde insan olarak devam etmişler. Fakat ne yazık ki bu yeryüzüne çıkınca donanımları olmadan hava teneffüs edemiyorlar.Â
Atlantisliler yalnız değil, denizin dibine batmadan önce yeryüzünde yaşayan 7 krallıktan sanırım 5 tanesi su altında kalmış ve farklı şekilde evrimleşmişler, Xebeller yine insana benziyor, Balıkçılar yarı balık şeklinde evrimleşmiş, Brineler ise yengeçe dönüşmüşler Trench ise Allah muhafaza çok fena yaratıklar olmuşlar. 6. krallık Kayıp Krallık çölde bir yerde kuma gömülmüş, Denizin Ötesindeki krallık ise gizemli şekilde bırakılmış.Â
Suyun altında kalan bu uygarlıklar elbette Dünya yüzeyindeki olaylardan bir haber değiller. Suyun üzerine çıkmakla ilgili aralarında fikir ayrılıkları var fakat rahatsız oldukları bir konu var ki bizi de çok mutsuz eden bir konu: Deniz Kirliliği… Biz denizleri kirlettikçe onlar da zarar görmekte. Atlantisliler ve Xebel krallığı yüzeye çıkıp ilkel olan bizleri tebası kılmak isterken, Balıkçı Krallığı “Şayet yüzeye çıkacaksak bu yüzeydekileri aydınlatma ve bilgimizi paylaşarak uygarlıklarını ileri seviyeye taşımak şiarimızdır” demekte haliye bu politika diğerleri arasında da çok fazla kabul görmemekte.Â
Gelelim Jason Momoa (Game of Thrones’taki Khal Drogo) tarafından canlandırılan Aquaman, yani Arthur Curry’ye. Kendisi Atlantisli bir prenses olan ve görücü usulü evlilikten kaçan Atlanna (Nicole Kidman)’ın bir deniz fenerine sığınması ve fenerin yalnız bekçisi Thomas Curry (Temuera Morrison) ile aralarında geçen yıldırım aşkının meyvesidir.
Prenses Atlanna ile Bekçi Thomas’ın aşkı ne yazık ki töre kanunlarına kurban olmuştur. Fenerdeki güzel yuvalarına yapılan saldırıyla Prensesi Kralın adamları kaçırmış ve onu Atlantis’e geri götürüp berdeli ile zorla evlendirmiş ve vazifesi olan bir varis doğurduktan sonra infaz edilmek üzere Trnech’e atılmıştır.Â
Atlantis teknolojik olarak ileri bir medeniyet olsa da görünen o ki demokrasiden payını almamış, monarşik ve feodal düzeni kültüründen silememiş, medeni kanın yerine töreye teslim olarak cinsiyetçi ve türcü bir tutum sergilemekte ve bir de gelip insanlara medeniyet dersi vermekte…Â
Artur’un genç yaşta yeteneklerinin fark edilmesiyle toplumdan dışlanmış ve ufak balıkçı kasabasında beyhude bir hayat yaşamaktadır. İri yarı fakat kırılgan ve içe kapanık bu outcast-serseri yedi denizde zora düşen tüm denizcilerinin imdanıda koşmaktadır. Hatta korsanlar tarafından derinlerde saldırıya uğrayan nükleer denizaltı mürettebatına bile!
Filmin arkaplan hikayesi bu kadar. Buradan sonra ise olaylar başlamakta..
Savaşlar kendiliğinden çıkmaz. Troy filmindeydi sanırım “Bana bir savaş ver” diyordu savaş için bir bahane gerekti. Bu filmde de yine bir komplo ile başlayan tezgah sonrası Atlantislilerin aklı başında yöneticileri gizliden Aquaman ile bağlantı kurarak onu hakkı olduğunu düşündükleri Atlantis tahtına kral olarak oturması için kızıl saçlı Xebel Prensesi Mera (Amber Heard) aracılığıyla davet ettiler. Fakat bu davete icap etmek Aquman için tercih dışındaydı. Kader bu ya, birtakım olaylar sonucu Aquaman bunu kabul etti ve macera 5. viteste başlayarak filmin sonuna kadar bu taht mücadelesi durmadan devam etti.Â
Başlıkta “AVM Tipi” dediysem aslında bundan filmi AVM’lerde izlenilmesi için yapmışlar anlamı çıkmasın. Filmin içindeki hikaye unsurları AVM gibi birçok restoran ve mağaza aynı yerde, filmde ve özgün öyküde de böyle birçok öyküye ve hikayeye atıf var, İndiana Jones’dan tutun, Ulusal Hazine, Arthur’un Excalibur’u taştan çıkarması misali Aquaman Arthur’un da Üç Dişli Mızrak (Trident)’i de kadim kralın tahtından çıkarabilmesi gibi birçok unsur mevcut.Â
Sonuç olarak yukarıdaki kısa değerlendirmemde de bahsettiğim gibi kesintisiz hareket dolu, görselliği yüksek ve eğlencesi fena olmayan bir çerez filmi.Â
Kurgunun gerçeğe yakınlığı konusunda ise diğer süperkahraman filmlerine göre biraz zayıf kalmakta. Bir de tarihi olayların sıralaması ve geçen zaman pek inandırıcı olmamakta – Roma İmparatoru kısmı ve 7 krallık aynı dönemse Atlantis’in kadimliği tartışılır-. Kurgu elbette, ona inandın buna niye inanmadın veya kazan doğurdu diye kestirmemek lazım. Kurgu filmde önemli olan izleyiciye bu kurguyu olası kılacak mantıklı süslemeler ve nedenler sunabilmek, kurgunun sanatı kurguya inandırmak. Bunu öyle güzel yapıyorlar ki 1930’lardan bugüne çizgi romanlarla başlattıklarıÂ “Kurgusal Evrenler” kuruyorlar ve farklı maceraları bu evrende kesiştirerek bu evrenleri yaşar halde tutuyorlar.Â
Filmin sonunda aklıma takılan bir konu da bu filmi yapmak için harcanan para olmuştu. Çok para tutmuştur dedim, yaklaşık 200 Milyon Amerikan Doları maliyeti olmuş, bizim paramızla 1 Milyar Türk Lirası, eski parayla 1 Kattrilyon. 143 dakikalık bu görseli üretmek için harcanan para… Kaç hastane kaç okul veya kaç km2 deniz yüzeyi temizlenebilirdi? Bu soruları biz kendi doğrusal düzlemimizde soruyoruz fakat sistemi biraz kavrarsak sorular şöyle oluyor: Kaç lira hasılat, kaç kişi bu filmi yaparken işe girdi (jobs created during the producing) veya kaç iş yaratıldı, sinema salonları ne kadar kazandı, avmler ne kadar kazandı, insanlar bu filme giderken ne kadar yol parası, benzin harcadı… Özetle tüketim… Bu 143 dakika karşılığında elle tutulmaz fakat gözle görülür bir değer sayıldı, bu değer karşılığında para birilerinin cebinden diğerlerinin cebine girdi, harcama ve tasarruf eşit kaldı. Giden bizim zamanımız oldu, izlerken harcadığımız zaman değil mesele, mesele ödediğimiz parayı kazanmak için harcadığımız zaman.Â
Bonus:
1080 kelimelik bu yazıyı okurken zamanınızdan çaldıysam affola, bu kadar uzun olmasını düşünmüyordum doğrusu.
Notice: My blog is in Turkish, but I wanted to share the solution of the sitemap parsing error problem so this will be a short post.
The Problem:
Google Search Console shows a “Parsing Error” in your Sitemaps section. Already tried: Searched Google, read Common XML Sitemap Errors, Validated your XML and its ok, re-created your sitemap, then blamed Yoast or security and caching plugins for blocking Google Crawler to reach your sitemap but nothing helped. Bing and Yandex are just ok and shows no errors on your sitemap.
The cause of the problem: A hacked WordPress website, an unwanted URL injection which affects nearly all pages of your website, so your “sitemap.xml” or “sitemap_index.xml” or whatever its name has the URL injection too.
The weird thing is that if you go to yoursitename/sitemap.xml and view the source, you cannot see any malicious URL, no hidden stuff, but when I tried “Fetch as Google” and Fetch and Render I just saw the weird Asian dating URL’s at the end of the sitemap! Bang! And also there is a “noindex x-robots” meta tag inserted. Maybe by Cloudflare or not.
Here is the fetch as google code: Fetch as Google: http://www.website.com/sitemap_index.xml Indexing requested for URL and linked pages Googlebot type: Desktop (render requested) Complete on Wednesday, October 17, 2018 at 3:08:01 PM PDT Downloaded HTTP response:
. 45 <lastmod>2018-01-22T22:32:21+03:00</lastmod> 46 </sitemap> 47 </sitemapindex> 48 <!– XML Sitemap generated by Yoast SEO –> 49 <center><a href=’http://www.website/kristen-dating-indonesia/’>kristen dating indonesia</a>, <a href=’http://www.website.com/dating-for-drug-addicts/’>dating for drug addicts</a>, <a href=’http://www.website.com/online-dating-advice-chat-room/’>http://www.website.com/online-dating-advice-chat-room/</a></center>
Wordfence: Unable to finish a scan, because I am using a dedicated server, even the minimum settings didn’t help too much server load…
Sucuri: The free version has nothing, no malware scan… Firewall, the famous WAF is not available I free version… I am still surprised what people suggest Sucuri so much…
All in One Security for WordPress: Not a bad plugin but Malware scan is an external service not included in free version. They explain it as its a complex and dynamic issue to detect and clean…
Others: Lots of time spent, but no luck.
Conclusion:
Anti-Malware Security and Brute-Force Firewall https://wordpress.org/plugins/gotmls/
Security & Malware scan by CleanTalk
https://wordpress.org/plugins/security-malware-firewall/Â (Be quick to clean up your site before the trial period ends)
Both are good plugins, Anti-Malware Security and Brute-Force Firewall deserve a Donation – Sorry Paypal is not available in Turkey. Cleantalk is worth its price, i liked “Send for Analyze” option…
By the help of this combination i was able to scan for malware and injections, a flawless cleaning, then resubmitted the sitemap, when i see that there were no errors i was very happy and also angry for the hours of useless research.
I wrote this blog post because i see many posts about Sitemap parsing error in Google Product Forums and WordPress forums, and you may notice that every WordPress website is under a constant attack and hacked WordPress website numbers are growing very fast.
Take your security measures and try not to be hacked.