Kategoriler
Film Kültür-Sanat

AVM tipi Süperkahraman filmi: Aquaman

Süperkahraman filmlerini seviyorum. Külliyatına çok hakim olmadığım evrenlerde geçen bu filmleri izleyebilmek için bence iki şey gerekiyor, kurguyu sevmek ve daha da önemlisi kurguyu sorgulamadan kabullenmek.

Süperkahramanlık meşrebi itibarıyla fizik kurallarını, doğa kanunlarını ve inançların sınırları ötesinde icra edilen meşşaklatli, tehlikeli ve nankör bir meslektir. Derdi bitmez dünyada zalimin, vilyanın, sorumsuz idarecilerin yarattığı onca soruna göğüs gerildiği yetmezmiş gibi bu yerküre ötesinden dış fezadan gelen alyenin yükü de yine bu mesleğin omuzlarına biner. Hiçbir karşılık beklemeden bu necip ademoğlu için edilen bu hizmet karşılığı ne bir sosyal güvence ne de bir emeklilik maaşı bağlanır bu cefakar kahramanlara.

Çoğu zaman hükumeter gözünde muteber de değildir bu şahıslar. Ya yasa dışı eylemlerde bulundukları iddia edilir ya da kendi memleketinin milli emniyetini tehlikeye soktukları için suçlanırlar. Çoğu süperkahraman toplumdan dışlanır, sefil bir barakada dünya çilesini tamamlamak için kendi vatanında sürgün yaşar bu garipler. Örgütlenmedikleri için çoğu zaman topluma sorunlarını anlatamaz ve yaşadıkları ülkelerde gerekli yasal düzenlemeleri asla meclislerde geçirememeleri nedeniyle yaşam kaliteleri günden güne düşer. Oysa en azından Süperkahramanları Kalkındırma ve Yaşatma Derneği kursalar… Neyse, konumuz bu olmasa da toplumun hor görülen bu kesiminin yaşadığı sorunlara değinmiş olduğumu düşünüyorum.

Konumuza döneyim ve şimdiden sıkılanlara  Aquaman filmiyle ilgili kısa değerlendirmemi vereyim

  • Aksiyon&Hareket: 9/10
  • Gerçekliğe uygun kurgu: 4/10
  • Özgün konu: 5/10
  • Genel oyunculuk: 6/10
  • Görsellik: 9/10
  • Eğlence: 8/10
  • Bu tip filmleri sevmeyenler için eğlence: – 4/-10
  • Genel deneyim: Efektleri ve 3B deneyimi için sinema tercih edilebilir ama sırf merak için ise evde izlenir. 

Spoiler vermeden inceleme yazmak çok zor doğrusu. Aman, bundan sonrası spoiler içerir bakmayın gözünüzü kapatın deseler de insanın gözü o spoilera gider ve nihayetinde çoğu zaman heyecanı yok eder. Fakat buraya kadar gelmişseniz biraz bir şeyler öğrenme arzunuz vardır elbette…

Aquaman kim, Atlantis Neresi?

Aquaman yarı Atlantisli yarı Amerikalı birisidir. Peki Atlantisli kimdir, Atlantis neresi dersek filme göre yaratılmış Atlantisten bahsetmek gerek. Efsanevi Atlantis uygarlığı filimde şöyle tasvir edilmiş:

Çok ileri bir uygarlık, teknolojisi ve enerji kaynaklarıyla çok büyük bir nüfusa ulaşmış ve enerjiye daha da aç bir hale gelmiş, yeni bir enerji kaynağı bulma denemeleri felaketle sonuçlanmış ve neticesinde büyük bir patlama ve sonrasında devasa bir deprem ile denize batmış bir megakent.


Atlantis’in batmadan önceki hali. Teknolojileri ileri ama modern Atlantis teknolojisinin yanında Victoria dönemi buhar mekaniği gibi kalıyor.

Peki nasıl olmuş da Atlantisliler boğulmamış? Boğulmuşlar fakat bir kısmı boğulmamış. Nasıl olmuşsa bu batış esnasında bu yeni enerji kaynağının patlaması bir çeşit evrimi tetiklemiş ve su altında nefes alır hale gelmişler. Atlantisliler nasılsa yüzgeçleri olmadan bunu başarır şekilde insan olarak devam etmişler. Fakat ne yazık ki bu yeryüzüne çıkınca donanımları olmadan hava teneffüs edemiyorlar. 

Atlantis şehrinin şimdiki hali.

Atlantisliler yalnız değil, denizin dibine batmadan önce yeryüzünde yaşayan 7 krallıktan sanırım 5 tanesi su altında kalmış ve farklı şekilde evrimleşmişler, Xebeller yine insana benziyor, Balıkçılar yarı balık şeklinde evrimleşmiş, Brineler ise yengeçe dönüşmüşler Trench ise Allah muhafaza çok fena yaratıklar olmuşlar. 6. krallık Kayıp Krallık çölde bir yerde kuma gömülmüş, Denizin Ötesindeki krallık ise gizemli şekilde bırakılmış. 

Suyun altında kalan bu uygarlıklar elbette Dünya yüzeyindeki olaylardan bir haber değiller. Suyun üzerine çıkmakla ilgili aralarında fikir ayrılıkları var fakat rahatsız oldukları bir konu var ki bizi de çok mutsuz eden bir konu: Deniz Kirliliği… Biz denizleri kirlettikçe onlar da zarar görmekte. Atlantisliler ve Xebel krallığı yüzeye çıkıp ilkel olan bizleri tebası kılmak isterken, Balıkçı Krallığı “Şayet yüzeye çıkacaksak bu yüzeydekileri aydınlatma ve bilgimizi paylaşarak  uygarlıklarını ileri seviyeye taşımak şiarimızdır” demekte haliye bu politika diğerleri arasında da çok fazla kabul görmemekte. 

Gelelim  Jason Momoa (Game of Thrones’taki Khal Drogo) tarafından canlandırılan Aquaman, yani Arthur Curry’ye. Kendisi Atlantisli bir prenses olan ve görücü usulü evlilikten kaçan Atlanna (Nicole Kidman)’ın bir deniz fenerine sığınması ve fenerin yalnız bekçisi Thomas Curry (Temuera Morrison) ile aralarında geçen yıldırım aşkının meyvesidir.

Prenses Atlanna ile Bekçi Thomas’ın aşkı ne yazık ki töre kanunlarına kurban olmuştur. Fenerdeki güzel yuvalarına yapılan saldırıyla Prensesi Kralın adamları kaçırmış ve onu Atlantis’e geri götürüp berdeli ile zorla evlendirmiş ve vazifesi olan bir varis doğurduktan sonra infaz edilmek üzere Trnech’e atılmıştır. 

Atlantis teknolojik olarak ileri bir medeniyet olsa da görünen o ki demokrasiden payını almamış, monarşik ve feodal düzeni kültüründen silememiş, medeni kanın yerine töreye teslim olarak cinsiyetçi ve türcü bir tutum sergilemekte ve bir de gelip insanlara medeniyet dersi vermekte… 

Artur’un genç yaşta yeteneklerinin fark edilmesiyle toplumdan dışlanmış ve ufak balıkçı kasabasında beyhude bir hayat yaşamaktadır. İri yarı fakat kırılgan ve içe kapanık bu outcast-serseri yedi denizde zora düşen tüm denizcilerinin imdanıda koşmaktadır. Hatta korsanlar tarafından derinlerde saldırıya uğrayan nükleer denizaltı mürettebatına bile!

Aquaman coming from the ice-cold waters of the sea.

Filmin arkaplan hikayesi bu kadar. Buradan sonra ise olaylar başlamakta..

Savaşlar kendiliğinden çıkmaz. Troy filmindeydi sanırım “Bana bir savaş ver” diyordu savaş için bir bahane gerekti. Bu filmde de yine bir komplo ile başlayan tezgah sonrası Atlantislilerin aklı başında yöneticileri gizliden Aquaman ile bağlantı kurarak onu hakkı olduğunu düşündükleri Atlantis tahtına kral olarak oturması için kızıl saçlı Xebel Prensesi Mera (Amber Heard) aracılığıyla davet ettiler. Fakat bu davete icap etmek Aquman için tercih dışındaydı. Kader bu ya, birtakım olaylar sonucu Aquaman bunu kabul etti ve macera 5. viteste başlayarak filmin sonuna kadar bu taht mücadelesi durmadan devam etti. 

Başlıkta “AVM Tipi” dediysem aslında bundan filmi AVM’lerde izlenilmesi için yapmışlar anlamı çıkmasın. Filmin içindeki hikaye unsurları AVM gibi birçok restoran ve mağaza aynı yerde, filmde ve özgün öyküde de böyle birçok öyküye ve hikayeye atıf var, İndiana Jones’dan tutun, Ulusal Hazine, Arthur’un Excalibur’u taştan çıkarması misali Aquaman Arthur’un da Üç Dişli Mızrak (Trident)’i de kadim kralın tahtından çıkarabilmesi gibi birçok unsur mevcut. 

Sonuç olarak yukarıdaki kısa değerlendirmemde de bahsettiğim gibi kesintisiz hareket dolu, görselliği yüksek ve eğlencesi fena olmayan bir çerez filmi. 

Kurgunun gerçeğe yakınlığı konusunda ise diğer süperkahraman filmlerine göre biraz zayıf kalmakta. Bir de tarihi olayların sıralaması ve geçen zaman pek inandırıcı olmamakta – Roma İmparatoru kısmı ve 7 krallık aynı dönemse Atlantis’in kadimliği tartışılır-. Kurgu elbette, ona inandın buna niye inanmadın veya kazan doğurdu diye kestirmemek lazım. Kurgu filmde önemli olan izleyiciye bu kurguyu olası kılacak mantıklı süslemeler ve nedenler sunabilmek, kurgunun sanatı kurguya inandırmak. Bunu öyle güzel yapıyorlar ki 1930’lardan bugüne çizgi romanlarla başlattıkları  “Kurgusal Evrenler” kuruyorlar ve farklı maceraları bu evrende kesiştirerek bu evrenleri yaşar halde tutuyorlar. 

Filmin sonunda aklıma takılan bir konu da bu filmi yapmak için harcanan para olmuştu. Çok para tutmuştur dedim, yaklaşık 200 Milyon Amerikan Doları maliyeti olmuş, bizim paramızla 1 Milyar Türk Lirası, eski parayla 1 Kattrilyon. 143 dakikalık bu görseli üretmek için harcanan para… Kaç hastane kaç okul veya kaç km2 deniz yüzeyi temizlenebilirdi? Bu soruları biz kendi doğrusal düzlemimizde soruyoruz fakat sistemi biraz kavrarsak sorular şöyle oluyor: Kaç lira hasılat, kaç kişi bu filmi yaparken işe girdi (jobs created during the producing) veya kaç iş yaratıldı, sinema salonları ne kadar kazandı, avmler ne kadar kazandı, insanlar bu filme giderken ne kadar yol parası, benzin harcadı… Özetle tüketim… Bu 143 dakika karşılığında elle tutulmaz fakat gözle görülür bir değer sayıldı, bu değer karşılığında para birilerinin cebinden diğerlerinin cebine girdi, harcama ve tasarruf eşit kaldı. Giden bizim zamanımız oldu, izlerken harcadığımız zaman değil mesele, mesele ödediğimiz parayı kazanmak için harcadığımız zaman. 

Bonus:

1080 kelimelik bu yazıyı okurken zamanınızdan çaldıysam affola, bu kadar uzun olmasını düşünmüyordum doğrusu.

Mutlu Günler.

Kategoriler
Borsa ve Yat?r?m Kitap Kitap incelemesi Kültür-Sanat

“Borsa Kralı” Nasrullah Ayan’ın “Macera Kitabı”

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan itibaren epeyce bir müddet kendisini batılı kapitalist sistemin sermaye piyasası araçlarından olabildiğince uzak tutmaya çalışan bir ülkeydi. Karma ekonomik model, devlet planlaması, yol verilen tacirler, el verilen sanayiciler derken bu “ucube” halini almış bir ekonomik sistem yüzlerce zengin yarattığı gibi milyonlarca kişinin sırtına da kalkınmanın bedelini yükledi.

Tabi bu yazıyı yazarken yakın Cumhuriyet tarihinin ekonomik ve finansal politikasını derinlerine inmeyeceğiz elbette. Ama 24 Ocak 1980’de açıklanan meşhur “24 Ocak Kararları” sonrasında yaşanan hızlı finansal dönüşüm sebebiyle sonraki yılalrda yaşanan finansal krizler ve “olaylar” -hatta trajediler diyebiliriz- hepsi bu karman çorman sistemi kapitalizmin kuralına uydurmak için yapılan ayarsız geçişin sonucu. Ülkemizin bu geçiş esnasındaki kanun ve mevzuat boşluklarını – eksiklerini futbol sahasında basketbol ve hentbol kurallarına göre maç yapmaya benzer bir durum olarak görebiliriz. Yöneticilerimizin “Biz artık tam anlamıyla Serbest Piyasa kurallarına göre oynamaya başlayacağız dedikten sonra”:

– “Aa bi dakika kuralların (Sermaye Piyasası düzenlemeleri) yazılı olduğu kitabın içi boş”
– “Olur mu insanlar bir şeyler yapmaya başladı, finansal ürünler çıkarıyorlar, piyasa gelişiyor”
– “Ses etmeyin, herkes halinden memnun ise ellemeyin, devam etsinler o zaman”
– “Efendim, işler karıştı, iş kontrolden çıkıyor. Şöyle şöyle düzenlemeler varmış bu işte biz yapmamışız, yapalım mı?”
– “O düzenlemeler vaktinde olması gereken düzenlemeler, biz durumu kurtarmak için ‘kendimize gerekli’ olan düzenlemeleri yaparız”
– “Ama efendim, sonuçları vahim olur”
– “Bize bir şey olmasın, sonrası Allah kerim, ilerde düzeltiriz”
(…20 Yıl sonra olması gereken gerekli düzenlemeler yapılır, oyun doğru kurallarla oynanır…)

Yakın piyasa tarihimizi birçok kişi benzer şekilde aktarmakta. İşte Nasrullah Ayan da bu dönemde yukarıdaki diyalogda bahsedilen kişilerden birisi.

Zamanında Borsada Önden Koşanlar adlı kitabı okumak için elime aldığımda Türkiye’de borsanın ilk kuruluşunda fırtınalar estiren bu kişiler  için “herhalde bu kişiler şu an çok zengindirler” diye bir fikre kapılmıştım. Fakat kitabı okuyunca durumun hiç de öyle olmadığını, birçok kişinin finansal piyasalarda hızlıca edindiği servetleri aynı hızda ve dramatik şekilde kaybettiği, diğer bir grubun ise açılan soruşturmalar nedeniyle ciddi miktarda parasal ceza ve “işlem yasağı” cezalandırıldığını öğrenince ülkemizdeki parasal piyasalarla ilgili fikirlerim değişmişti.

Nasrullah Ayan’da bu önde koşan kişilerden birisi olarak bir uçtan bir uca kendi hayatını ve “para kazanma” yolunda hızlı başlayan ve sonrasında talihsiz serüvenlerle kaybettiği servetini “kendi ağzından” anlatmak için bu kitabı yazmış.

Kitap samimi bir ağızla yazılmış bunun yanı sıra genelde sıkıcı ve karmaşık olarak algılanan finansal piyasa hikayelerini herkesin anlayabileceği dilde bir basitlikle anlatıyor. Kitapta olayların anlatılış biçimi keyifli ve akıcı bir dille yazılmış, gerek yerinde özeleştiri ve samimi itiraflar gerekse işin “incelikleri” basit ve pratik bir dille anlatılmış. Nasrullah Ayan’ın zekasını ve becerisini kitabı yazarken de göstermiş sanki.

Borsa, ticaret, Türkiye’nin yakın tarihi ve 24 Ocak Kararları, Banker skandalı, Altın kaçakçılığı, hayali İhracat, 90’lı yılların enteresan olayları gibi konularda ilgiliyseniz kesinlikle okumanızı öneririm.

Kitabın ve Nasrullah Ayan’ın serüvenlerinin kısa bir özerini yazmak gerekirse, dönemin sınır illerinin meşhur işi olan kaçakçılık ekosisteminde Antep’li bir ailenin gerçekten kıvrak bir zekaya sahip oğlu olan Nasrullah, mal ticareti ile başladığı hayatında fırsatları değerlendirerek çoğu zaman da yaratarak ciddi kazançlar elde ediyor. Bu süreçte, piyasanın fırsat pencerelerini kollarken piyasanın mevcut oyuncularını da zeka dolu hamlelerle devre dışı bırakmayı beceriyor genç Nasrullah. Ülkenin sıkı döviz ve kur politikası ise en büyük kar fırsatını yakalamasına izin veriyor. Bu fırsatları kullanmak için ise bazı abra kadabra numaraları ve uluslararası çevresini çok iyi kullanıyor. Tabi hiçbir fırsat  penceresi sonsuza kadar açık değil, bu fırsat pencereleri kapanırken Nasrullah ülkemizde yeni kurulmuş ve kara düzende yürüyen taze Borsa ile tanışıyor ve burada spekülasyon (üç yatırım beklentisinden biri) ile büyük miktarlarda para kazanıyor. Borsanın yeni oluşu ve hisse değerlemesi gibi kavramların zayıf olması burada inanılmaz fırsatlar yaratıyor, örneğin Ereğli gibi bir sanayi devinin ederini devletin bile bilmemesi şu an bize çok ilginç gelebilir (belki de gelmeyebilir ¯\_(ツ)_/¯ ). Sonrasında ise piyasadaki mevzuat eksikliği nedeni ile oluşan finansal bir balonun patlaması ve ardından devletin intikam almak için izlediği yol…

Kitabı anlattığı olaylar dışında bir de Nasrullah Ayan’ın kişiliği yönünden baktığımızda çok ilginç şeyler görmekteyiz. Nasrullah Bey’in kendini ve olaylar karşısındaki davranışlarını anlatışından yola çıktığımızda;

  • Zeki; okula devam etmese de konuyu kavrayıp üniversite sınavını kazanabilen, bir de gelecekteki eşine ders çalıştırabilen. Ki bunları yaparken bir yandan da bakliyat ihracatı peşinde koşturuyor.
  • Ticari refleksi yüksek; girişken ve “yerinde ve işe yarar bir hadsizlik” yapabilecek kadar cüretli ve yerinde nükteci.
  • Yurt dışı bağlantısı olan ve sermaye yönünden şanslı
  • O döneme göre çok uluslu işler yapabilecek kadar yabancılarla iletişim sağlayan – Birden çok yabancı dil biliyor mu yoksa tercümanlar sayesinde mi işleri yürütmüş, bu kitapta göremediğim fakat çok merak ettiğim bir husus. Şayet birden çok yabancı dil öğrenmiş ve kendi iletişim ihtiyacını kendisi sağlamışsa -ki ticaret dili vs- bu da büyük bir başarı.
  • Mevzuata ve diğer ülkelerin ihalat/ihracat rejimlerine hakim. Bu da hem danışmanlık hem de çokça okuma yapmayı gerektiren bir husus
  • Bir şekilde finansal okur yazarlık öğrenmiş, bilanço ve şirket değerleme konularına bugün bile Türkiye’de doğru düzgün ilgi gösteren yatırımcı yok.
  • Sadece al-sat işi yapmıyor aynı zamanda gerçek anlamda bir piyasa yapıcısı. Şöyle ki piyasadaki yatırımcı sayısının artması için Borsa Dergisi ve Türkiye’de bir ilk olarak Borsa Dizisi yaptırıyor. Bu da vizyon gerektiren bir girişim. Çoğu kişi bunu boşa para harcama olarak değerlendirir.
  • Bu işleri yapan birçok kişi aksine sağ/merkez-sağ görüşlü değil. Sol görüşlü “Kızıl” lakaplı bir borsacı
  • Açığa mal satma konusunda şanssız – takıntılı, belki de başarısız bir kumarbaz.

Nasrullah Ayan çok görüldüğü kadarıyla çok kıvrak bir ticari zekaya sahip, çok uluslu işleri kotarabilecek kadar iletişim becerisi yüksek, bunun yanı sıra sürekli gelişime açık ve sürekli öğrenen bir insan. Bunu geçmişinde sınır ticareti yapan bir basit tüccardan çapraz parite işlemleri yapabilen bir “trader” a dönüşmesinden ve sonrasında ise sermaye piyasalarını yoktan oluşturan bir kurucu olmasından görebiliyoruz. O dönemde bunları yapabilmek müthiş… Kelimelerle tarifi yok.

Kazık yediği kişiler bölümü ise 80’li yıllarda doğan insanların iyi tanıdığı “meşhur simaların” geçmişlerine güzelce ayna tutmakta.

Tabi kitabın sonu aslında en büyük hayat dersini vermekte, hepimizin aç olduğu başarı ve paranın göreceli olduğunu anlamamızı ve kişinin hayatta alacağı en büyük faydanın -mutluluk diyelim-  zenginlikle değil kalıcı mutluluk ve refahla oluğunu çok güzel anlatıyor.  Zenginliğin “yaşanacak yıllarımızı” feda edip elde ettiğimiz bir sabun köpüğü olduğunu bilseydiniz, yine paranın amansızca peşinden koşar mıydınız?

Borsa Kralı Nasrullah Ayan
“Borsa Kralı” Nasrullah Ayan

Nasrullah bey, elbette kendiyle barışık bir kişi olarak geçmişiyle ilgili bir topyekün bir pişmanlık duymamakta, mutluluğun sırrı da bu tabi, ama aradaki küçük “keşke”lerin ağırlığı sanki “pişman değilim”lerden çok daha fazla bir özgül ağırlığa sahip.

Nasrullah Ayan kitabında olayları anlatırken okuyucuya kendisini hakkında epeyce fikir veriyor. Öyle kendine övünç satırları değil bunlar, daha çok okuyucuyu kendisi yerine koyarak, okuyucuya olaylar ve sonrasındaki durumla ilgili eylem ve yargıda bulunma imkanı da veriyor.

Özetle bu yılları Nasrullah Ayan’ın birinci ağzından dinlemek ve görme imkanı veren başarılı bir kitap. İlk basım olduğu için bazı yerlerde bölüm tekrarı bazı yerlerde ise tarihlerde birtakım hatalar var ama önemsenecek kadar büyük değil.

***

Aslında böyle kitaplar bireylerden çok toplumu da anlamakta çok faydalı oluyor. Sermaye piyasası’nda “zengin olmak” isteğini sonsuz getiri olaslığıyla iradenin aç gözlüğe, alın terinin ise kolay paraya tercih ediliği toplu bir “çılgınlık hali” olarak değerlendirebiliriz. Ne hikmetse (!) tam da bu “çılgınlık hali” insanlara para kaybettiriyor, sonrasında da kaybedilen parayı kazanmak için tüm birikimlerini daha riskli araçlarda tükeniyor. Bir de buna ek olarak “fırsatçı şark kurnazları var” ki onlar da işin sonunda mağdur oluyor. Bir zamanlar Deli Yürek diye bir dizi vardı, orada 500.000 TL ederi olan bi evi 200.000 TL’ye  almak için dolandırıcıya para kaybeden insanlar mafya’dan yardım istiyordu, mafya ise bu insanları kovuyor ve “500.000 ederli vi 200.000 TL’ye alırken uyanıktınız da dolandırılınca mı saf mağdur” oldunuz diyordu. Borsada da benzer bir “mağdur” yatırımcı kitlesi daimi olarak var. Alın terim, kazanırken çok zorlandım dedikleri birikimlerini para yatırınca birden 10 kat gideceğini zannettikleri hisselere yatırıp sonrasında da paraları batınca mağdur olan bir kitle bu. Ah be kardeşim, çok zor kazandım diyorsun işte, kazanmak kolay değil işte, birden zengin olma hevesiyle onca yılını heç ettin işte… İş işten geçtikten sonra ise gerçekle yüzleşmenin acısı ve alın terine karşı açgözlülüğün sebep olduğu iç ihanetin pişmanlığı.

Bir diğer grup ise daha yüksek bir sermaye ve biraz daha iyi bir finansal okur yazarlığa sahip, üstüne üstük bir de piyasa oyunları yapamasa da bu oyunlara katılan, yukarıda andığımız geniş toplum kitlesini de peşine takan kişiler.

İşte “Borsa Kralı” kitabında Nasrullah Ayan ve diğer Kralların karşısındaki mağdur kitle de bunlar. Bir kurt sürüsü düşünün, birlikte avlanıyorlar ama sürünün liderini devirerek bütün avı kendileri yemek istiyorlar. Veya kontlar ve lordların hem krala sadakat sunmaları hem de halk desteğiyle onu devirmek istemeleri gibi… Açgözlülüğün felakete sürüklediği onca örnek.

Benim düşüncem genelde şu oluyor orta ve küçük ölçekli yatırımcıysanız “Yatırım amacı dışında” finansal piyasalara para koymayın, diğer bir deyişle “Paranız kıymetliyse spekülatif işlere girmeyin”. Ne siz üzülün ne de size başkası üzülsün. Ya peki ne yapalım derseniz, en basit ve en gene lyatırım tavsiyesi olarak  “Yatırımcı olun, düzenli temettü ödeyen iyi şirketlerin hisselerini uzun vadeli bir hedefte elinize para geçtikçe azar azar toplayın.”.

Mutlu günler.

Kendime not: Okuduğum her kitapla ilgili kısa bir yazı yazayım diyorum, ne zaman yazsam uzun oluyor, sonraki yazılar için üşengeçlik doğuruyor. Neyse şurası Goodreads hesabım, siz de açın iyi oluyor.

Kategoriler
Film Genel

Bakın kim geri döndü; O geri döndü – Er ist wieder da

İkinci Dünya Savaşı deyince ilk aklıma gelen anahtar kelimeler; Adolf Hitler, Nazi Almanyası, Nazizim veya Nasyonal Sosyalizm, Faşizm, Soykırım… Peki Almaya’da yaşayan ve geçmişin bu kötü mirasını taşıyan insanların büyük çoğunluğu hatta neredeyse tamamının aklına gelen anahtar kelimeler nelerdir? Kuşkusuz utanç, pişmanlık ve nasıl oldu da kendimizi bu kötülüğe kaptırdık veya kandırıldık düşüncesi…

Bunlar kuşkusuz bugüne kadar bize kodlanan anahtar kelimeler. Peki gerçekten bu tanımlanan kodlarımızla iyi tarafta mıyız? Veya düşüncelerimize olan inancımızın sağlamlığı ne kadar? Acaba…?Â İşte tam da bunları sorgulatan ve aynı adlı romandan uyarlanan bir film “Er ist wieder da“. (Kitap: “Timur Vermes -Er ist wiedar da”: Goodreads, İdefix)

Filmin hikayesi şöyle; Adolf Hitler 1945 yılında sığınağında (Führerbunker) saklanırken kendini bir şekilde 2014 yılında bir çocuk parkında buluyor ve böylece Üçüncü Reich İmparatorluğundan Modern Almanya’ya geçişin şokunu yaşarken bir yandan da kendisini tanıtma çabasına giriyor. Haliyle kendisine kimse inanmıyor, halk onu önce akli dengesini yitirmiş biri sonrasında ise çok yetenekli ve dersini çok iyi çalışmış bir komedyen zannediyor. Fakat kendisi de içinde bulunduğu durumun gerçekliğini reddetmek yerine hızlıca durumu kavrayıp, biraz da aptalı oynayarak, tez elden kendisini tanıtıp hak ettiği Führerlik makamına kavuşmak istiyor.

Hitler kendini birden 2014 yılında bulur...
Hitler kendini birden 2014 yılında bulur…

Mizah, kara mizah, öz eleştiri üzerine kurulu filmin bence en başarılı tarafı 1933’ten itibaren Hitler’in gücü nasıl eline aldığını gösteren “Bu adam çok doğru şeyler söylüyor, haklı olabilir ve yapacağı şeyler bizim ihtiyacımız olan şeyler… Evet böyle bir lidere ihtiyacımız varmış demek ki” algısını işlemesi, 1933 iklimini 2014’te sunması diyebilirim.

Film, belki de çoktan sıkılmış olduğunuz ciddi ve katı Nazi filmlerinden elbette ki çok farklı. Öyle güzel bir mizahi denge konulmuş ki filmde acaba Hitler’e gizliden bir sempati duyulması mı isteniyor gibi bir kuşkuya asla düşmüyorsunuz. çok başarılı bir şekilde Hitler’in  etkileyici hitabetiyle sorun tanımlama ve “halkının” hak ettiği en üstün hizmetle sorunları çözmesi ve asıl amacına giden yolda halkın rızasını nasıl kazandığını, ikna sanatını nasıl hünerli şekilde kullandığını çok kolay hazmedilir bir şekilde gösteriyor.

2014 yılındaki durumun -ki filmde resmedilen tablo 2016 yılında daha da kötüye gitmiş durumda- Hitler gibi birinin iktidara gelebilmesi için son derece müsait olabileceğini Almanya’nın ve diğer birçok batı ülkesinin yaşadığı:

  • Göçmen sorunu
    • Göçmenlerin işlediği suç ve kabahatleri eleştirmenin dahi ırkçılık sayılması
  • Selefiler ve İslami yaşam biçimin kendi yaşam tarzlarını bozacağı düşüncesi
  • Mülteciler
  • İşsizlik ve yoksullaşma
  • Saçma sapan televizyon programları
  • Amaçsız yaşam
  • Düşen kültür seviyesi
  • Üretkenlik  ve refah sorunu

gibi sorunlarla ırkçı ve güçlü bir “Lider” çözümüne inandırılmak gerekiyor.

Hitler de “Modern Almanya”yı gezerek bu sorunları dinlemekte ve bir komedi figürü olarak bu sorunları derleyerek kendi popülaritesini artırmakta ve bir yandan da demokrasinin işlemediğini ve bu sorunları ancak “Güçlü bir Liderle” çözebilecekleri düşüncesini yaymakta. Sonrası ise popüler kültürün inişleri ve çıkışları…

Hitler’in kendi nihai amacına ulaşmak için kullandığı “kendisine göre sosyalizm” uyarlaması “nasyonal sosyalizm“in söylevini, icraatlarını ve propagandasını az çok hatırlarsak; autobahnlar, yerli sanayi -özellikle silah sanayi-, yatırımlar, halkın otomobili volkswagen vs… bu tür şeylerin halkın ne kadar hoşuna gittiğini bugün de görmek çok kolay. Filmi izlerken ve aşağıdaki vikipedi bağlantılarını okurken (bence zahmet edip okuyun*) kısa kısa aydınlanma şimşekleri kafanızda çakacaktır.

Özetle çok başarılı bulduğum bir film.

Belgesel seven biri olarak bolca İkinci Dünya Savaşı belgeseli izledim. Buna ek olarak da bilgisayar oyunu sevdasında bolca İkinci Dünya Savaşı oyunu oynadım hatta Hearts Of Iron II sayesinde dönemin Alman Komuta kademesini dahi öğrendim. Üniversitede ise Birinci Dünya Savaşı sonrası yaşadıkları hiperenflasyonlarını gördüm. İzlediğimiz tiyatro oyunları, filmler vs. Genel geçer hatlarıyla dönemi öğrendikçe “Nasıl olur da bu insanlar böyle dehşet verici bir ırkçılığa ve caniliğe dahil olurlar” diye kendime hep sormuştum. Sanıyorum bir çok insan da aynı soruyu sormakta. Yanıtların bir kısmı bu filmde.

Son olarak filmin başlangıç bölümünde Hitler’in durumu kavrayabilmek için bir gazete bayiisine gitmesi ve T.C. Sözcü gazetesi okuması, Yıldırım (Blitz) Kuru Temizleme’nin elbiselerini kısa sürede temizleyeceğini düşünmesi gibi Almancı Türklerle ilgili esprilerin de iyi olduğunu söylemek isterim. Ha bir de filmin final sahnesindeki arabayla geçiş bölümü ve selamlama gerçek kayıtmış, halkın film çekildiğinden haberi yokmuş.

Filmin IMDB Punaı: 7,1 /10
Bena göre puanı: 8/10

Okumalık:

Yazının başında saydığım anahtar kelimeler kulağımıza aşina gelebilir, hatta o kadar çok duymuşuzdur ki ne olduğunu tam bilmesek bile biliyormuşuz gibimize bile geliyordur. Mesela faşizm… Kendimizi biliyor saysak da eminim çoğumuz doğru biçimde tanımlayamayız. Bu kavramlar o kadar sert ve yakın bir tehlike ki sürekli tetikte olan karşıtlığımızın verdiği “bilmişlik” bile tehlikenin gerçek geliş güzergahını göz ardı etmemize neden olmakta. O nedenle hem hafıza tazelemek hem de bilmeden fikir sahibi olduysak da bilgiyle bu boşluğu doldurmak için kısaca şu vikipedi sayfalarına bir göz atmak lazım derim:

Mutlu günler.

Kategoriler
Kitap

Kitap incelemesi: Mars Yıllıkları – Ray Bradbury

Mars Yıllıkları’nı 2016 yılında okumak biraz Geleceğe Dönüş gibi… Ray Bradbury tarafından 1950 yılında yazılmış ve onun hayalinde 1999 yılından sonra yaşanan gezegenlerarası bir maceranın biraz sıra dışı bir anlatımı olan bu kitap günümüzdeki hayallerle uyuşmasa da başarılı bir bilimkurgu eseri olarak birçok tavsiye listelerinde (örneğin Le Monde yüzylın 100 kitabı) yerini almış.

Mars Yıllıkları - Ray Bradbury
Mars Yıllıkları – Ray Bradbury

Kitap 1999 yılının “Roket Yazı“nda insanoğlu’nun Mars’a ilk kez keşif gemileri göndermesiyle başlayan kolonileşmesini beklentinin dışında gerçekleşen bir akışıyla anlatıyor. Kitap yıllıklar halinde ve 27 hikayeden oluşuyor (sonrasında 22 hikaye daha yazılmış), 382 sayfa, akıcı…

Yazarın en meşhur kitabı olan ve distopyanın ileri üçlüsünde yer alan Fahrenheit 451 (hakkında çok şey işittiğim ama henüz okumadığım) kitabı gibi bu kitap da iyimser bir ağırlıkta değil, genel kanı olarak kötümser bir kitap olarak nitelendirilmişse de bence daha çok “şaşırtıcı” olmasıyla ön plana çıkıyor.

Mars kolonileşmesi ve diğer gezegenlere yerleşme konularında meraklı birisi olarak keşif ve kolonileşme hikayesinin anlatılışı ve tahmin edilemez sürprizlerle süslenmesi kitabı önemli kılmakta.

Bugün Mars gezegeninin yüzeyini bir tıkla gezinebiliyor olmamız sayesinde kendimizi Mars’ı neredeyse komşu bir ülke kadar tanıyor sayabiliriz. Belki bu nedenle bu kitapta anlatılan Mars bize yabancı gelebilir. Fakat tekrar etmek gerekirse kitabın yazıldığı yıl 1950 ve o dönemde Mars’ın seçilebilir bir fotoğrafı bile yoktu. İnsanoğlu ilk Mars fotoğafını 1976 yılında Viking 1 sayesinde görmüş. O yıllarda yaşanan “Marslılar!” paniği ve hayal dünyasını ana akım olarak değerlendirirsek, Bradbury o anki yaygın düşüncenin dışında bir Mars ve Marslılar tablosu çizmekte ve insanoğlunun medeniyet sürecini buradan eleştirmekte.

Kitapla ilgili şöyle kısa ve güzel bir inceleme var. Bunun gibi bir kaç inceleme daha okunabilir. Zaten ben de yazsam bunlardan farklı bir inceleme yazmazdım. İçerikle ilgili olarak, Edgar Allan Poe‘nun kısa öküsü “Usher Evi’nin Çöküşü“ne atfen yazılan “Usher II” kitabın içine diğer hikayelerden farklı şekilde yerleştirilmiş, sanıyorum ki yazar burada ustaya saygı için bunu özellikle yapmış ve kitap için değil de özgün “Usher Evi’nin Çöküşü” hikayesini ve Edgar Allan Poe’yu tanıtmak (büyük yazar, tanıtıma ihtiyacı mı var demeyin lütfen) için yapmış sanki. Doğrusu ben de merak ettim. Zaten elimde olan “Edgar Allan Poe – Tüm Hikayeler” kitabını okumak için içimde bir merak oluşturdu, sağolsun.

Özetlersek, bilimkurgu’ya merakınız varsa okunması gerekenler listenizde olsun. Ray Bradbury’nin kitabın başında dediği gibi bilimkurgu ve edebiyatı bir araya getirmek zor bir iş, 66 yıl sonra değişen çok şey yok. Bu nedenle Ray Bradbury iyi bir kitap ortaya koyabilmek için bilimkurgunun boğucu teknik/tekonolij detayından uzak ve aynı şekilde felsefi derinliğin sıkıcılığından uzak yeterli bir medeniyet sorgulaması.

Puanım 4/5.

Bir kitabı okuduktan sonra klişe tabirle -damakta bıraktığı o tat; kitabın hikayesini, karakterlerini ve bitişini düşünmek, kitap ve yazarla ilgili internette biraz araştırma yapmak – ne büyük şans ki dönemimizde internet var- bence çok keyif verici bir etkinlik. Her kitaptan sonra az çok vakit harcıyorum bu işe. Farkettiğim şu ki, kitabı bitirdikten sonra en çok sevdiğim şey kitabın karakterlerini, geçtiği mekanları görselleştiren çizim/illüstrasyonları incelemek, filmi çekilmişse ona bir göz atmak çok hoşuma gidiyor.

Mars Yıllıkları’nın Sovyetler Birliği’nde çekilen bir filmi ve ABD’de de çekilen bir dizi filmi  varmışÂ (youtube), dizifilmin adı en sevdiğim alakasızlıkla “Dünyaya İhtar” diye Türkçeye çevrilmiş 🙂 Ama benim daha çok hoşuma giden çizimler, şuraya da Les Edwards‘ın yaptığı çizimleri aktarayım:


image description

Martian Chronicles: Canal RendezvousOne of eight artworks commissioned by Hill House Publishers for their definitive edition of The Martian Chronicles by Ray Bradbury. This edition was never published and Subterranean/PS Publishing did not use this artwork in their edition, but commissioned 5 new artworks.

Buy the original artwork?

Sold


image description

Martian Chronicles: Rocket SummerOne of eight artworks commissioned by Hill House Publishers for their definitive edition of The Martian Chronicles by Ray Bradbury. This edition was never published and Subterranean/PS Publishing did not use this artwork in their edition, but commissioned 5 new artworks.

Buy the original artwork?

Sold


image description

Martian Chronicles: Green TownOne of eight artworks commissioned by Hill House Publishers for their definitive edition of The Martian Chronicles by Ray Bradbury. This edition was never published and Subterranean/PS Publishing did not use this artwork in their edition, but commissioned 5 new artworks.

Buy the original artwork?

Sold


image description

Martian Chronicles: Green MorningOne of eight artworks commissioned by Hill House Publishers for their definitive edition of The Martian Chronicles by Ray Bradbury. This edition was never published and Subterranean/PS Publishing did not use this artwork in their edition, but commissioned 5 new artworks.

Buy the original artwork?

Sold


image description

Martian Chronicles: SandshipOne of eight artworks commissioned by Hill House Publishers for their definitive edition of The Martian Chronicles by Ray Bradbury. This edition was never published and Subterranean/PS Publishing did not use this artwork in their edition, but commissioned 5 new artworks.

Buy the original artwork?

Sold


image description

Martian Chronicles: Mr K And The Bee GunOne of eight artworks commissioned by Hill House Publishers for their definitive edition of The Martian Chronicles by Ray Bradbury. This edition was never published and Subterranean/PS Publishing did not use this artwork in their edition, but commissioned 5 new artworks.This image is from my favourite story in The Martian Chronicles. The idea of the bee gun is wonderful.

Buy the original artwork?

Sold


image description

Martian Chronicles: The WatchersOne of eight artworks commissioned by Hill House Publishers for their definitive edition of The Martian Chronicles by Ray Bradbury. This edition was never published and Subterranean/PS Publishing did not use this artwork in their edition, but commissioned 5 new artworks.

Buy the original artwork?

Sold


image description

Martian Chronicles: Ray BradburyThis portrait of Ray Bradbury was commissioned by Hill House Publishers for their ill fated edition of The Martian Chronicles. That edition was never published but this artwork was used in the Subterranean/PS edition. The Master. What do you say when you are asked to illustrate such a classic? Yes please!

Buy the original artwork?

Sold


image description

The Martian Chronicles; There Will Come Soft RainsOne of five interior illustrations commissioned by Subterranean Press and PS Publishing for their definitive edition of The Martian Chronicles by Ray Bradbury

Buy the original artwork?

 

Sold


image description

The Martian Chronicles; The Third ExpeditionOne of five interior illustrations commissioned by Subterranean Press and PS Publishing for their definitive edition of The Martian Chronicles by Ray Bradbury

 

Buy the original artwork?

 

Sold


image description

The Martian Chronicles; And The Moon Be Still As BrightOne of five interior illustrations commissioned by Subterranean Press and PS Publishing for their definitive edition of Ray Bradbury’s The Martian Chronicles.

 

Buy the original artwork?

 

For Sale… £950


image description

The Martian Chronicles; The Silver LocustsOne of five interior illustrations commissioned by Subterranean Press and PS Publishing for their definitive edition of Ray Bradbury’s The Martian Chronicles.

Buy the original artwork?

 

For Sale… £950


image description

The Martian Chronicles; Off SeasonOne of five interior illustrations commissioned by Subterranean Press and PS Publishing for their definitive edition of Ray Bradbury’s The Martian Chronicles.

Buy the original artwork?

For Sale… £1250



***

Kindle aldıktan sonra tekrar okumaya döndüğümü söylemiştim. Her kitabı okuduktan sonra kısa bir yazı yazayım, uçup gitmesin diye de bir ilke belirlemiştim ama maalesef şimdiye kadar bunu yapamadım. Mars Yıllıkları kitabıyla kaldığım yerden devam edeyim… Bol bağlantılı ve vakit alan bir yazı oldu.

Mutlu günler.

 

Kategoriler
Kitap

Kitap incelemesi: 1Q84 – Haruki Murakami

Kindle aldıktan sonra -şükür- tekrar kitap okumaya başladım. Yılda bir kitabı sürüncemede bırakıp bitiremeyen ben bir ayda kalınca üç kitap okudum. Okuduğum üçüncü ve en kalın kitap Haruki Murakami’nin 1Q84 adli eseri idi. Kağıt hali tam 1280 sayfa… Dile kolay, o yüzden bir kaç satır da olsa bir şeyler karalamak istedim.

Daha önce hiç Murakami kitabı okumamıştım, uzak doğulu yazar da pek okumamıştım. Aklımda kalan ve uzak doğuda geçen okuduğum tek kitap Şibumi idi…

Kitabı okumayanlar olabilir, spoiler vermek istemiyorum fakat biraz da açık yazmak istiyorum, umarım dengeyi yakalayabilirim.

1Q84

1Q84'ü gerçekten kalın bir kitap, kağıt halde okumak akıl karı değil!
1Q84’ü gerçekten kalın bir kitap, kağıt halde okumak akıl karı değil! Elde gezmez, sırt ağrısı yapar, masada okumak lazım. E-kitap olarak okumak daha mantıklı bir seçim…

Kitabın adı dikkat çekici, malum 1984 George Orwell yılı, bu kitap da 1984 yılında geçiyor, fakat içindeki Q ingilizce Question Mark’tan (soru işareti) gelmekte.  Garip bir yıl olduğunu buradan anlayabiliriz. Kitap 1280 sayfa, Japonya’da 3 cilt olarak yayımlanmış… Sanıyorum bu nedenle bu kadar uzun, tek cilt olsa kesinlikle bir 400 sayfa falan kısa olabilirmiş. Sanıyorum ki okuyanlar bu konuda hemfikir.

Kitap ne anlatıyor derseniz, belli zamanlarda yolları kesişmiş insanların farklı nedenlerle – ki bu nedenleri asla bilemeyiz – tekrar kesişmesi üzerine kurulu bir hikaye anlatıyor. Doğrusunu söylemek gerekirse kitabı bu kadar meşhur yapan bu hikayedir herhalde. Oldukça ilginç, çok güçlü olmasa da naif imgelerle okuyucuya bir şeyler bırakıyor ama en önemlisi sürükleyici, sıkılmadan okunabiliyor.

Kitapla ilgili farklı yazılara bakmışsanız ‘paralel evren, paralel hayatlar vesaire üzerine esrarengiz bir yolculuk’ vb tanımlar gözünüze çarpmıştır. Kitap bilimkurgu kitabı değil, paralel evrenler falan ehh.. diye düşünülmemeli, bir Interstellar bile değil, sadece masalın bir parçası.

Hikaye ilginç, sürükleyici dedim ama doğrusu bir hayat dersi vermiyor. Okuduğum 1280 sayfa bana pek bir şey katmadı, bir felsefesi de bence yoktu, bakış açıma da bir artısı olmadı… Bu bakıma benim için bir zaman kaybı, fakat diğer taraftan okuması zevkli bir kitaptı. Uzun süren güzel bir bilmeceli film izlemiş gibi bir eğlencesi var. Yaklaşık 13 saat gibi bir okuma süresi olduğunu kabaca hesap ettiğim bir film izlemiş saydım kendimi.

Şibumi’deki gibi gibi değişik cinayet yöntemleri uygulayan bir adalet dağıtıcı olan Aomame ve ilkokul aşkı Tengo 1Q84 yılında gayet ilginç bir kurguda başkahramanlar olarak hikayede yer etmekte. Kitaptaki ana karakterler ve kurumlar dışında bir de yan unsur olarak NHK var ki okurken bolca küfür ettim.

NHK’dan kısaca bahsetmek gerekirse, bizdeki TRT, kitapta anlatılan doğru ise, bizdeki elektrik faturasından alınan TRT payı Japonya’da namevcut olsa gerek, NHK Japonya genelindeki televizyon sahibi hanelere her ay tahsildar yollayıp mecburi bir ücret toplamakta. Kapıyı kırmasa da psikolojik olarak haneye tecavüz eden NHK tahsildarları… Okursanız siz de bolca küfür edeceksiniz, Türkiye’de iyi ki böyle aptalca bir yöntem yok, aksi takdirde çok cinayet işlenirdi…

Kitaba dönersek, sanıyorum kadınların biraz daha içselleştirebileceği bir hikaye, ben çok içselleştiremedim… Bu yüzden ‘oooouu iyi kitap’ diyemiyorum.

Kitap içerisinde aklımda kalan bir de Kediler Şehri hikayesi idi. Hikaye içinde hikaye….

İyi hikaye, sürükleyici anlatım ile güzel zaman geçirebilirsiniz, ama size katkı olarak ne verir bilemiyorum.

Murakami

Yazardan bahsetmek gerekirse, daha önce bir eserini okumadım, yaşayan çok büyük romancı diyorlar… İyi kitap, temiz kurgu, anlatımı güzel -çevirisi de çok başarılı olmuş, sırıtan bir şey yoktu-, ama büyük bir yazar değil bence. Nedenine gelirsek, kitaptan sonra başka bir kitabı olan Zemberek Kuşunun Güncesini biraz okudum, sanki bir şablon üzerinden yeni bir hikayede benzer imgelerle bir reçete üzerinden yazılmış gibi… Dosto ile aynı kategoriye sokmak haksızlık olur. Hani derler ya, tekniker – mühendis, kalfa – usta farkı diyelim. Goodreads sayfasında gözüme çarpan şu çizelge bahsettiğim şablon olayını daha iyi anlatıyor. Görünce – evet -evet dedim.

Murakami Romanlarının Dökümü
Murakami Romanlarının Dökümü

Bonus içerik – Spoiler içerir

Yazarım hikaye örgüsü kabiliyeti güzel, 1280 sayfalık eserde ince bağlar özenle ayarlanmış. Onunla ilgili de şöyle güzel karakter ve olay örgü şemaları gördüm[1] [2] [3]. Bunları hazırlamak çok zaman almış olsa gerek.

Şemaların üzerine tıklayınca büyük halleri yeni sekmede açılacaktır.

1. Cilt karakter ve olay örgü şeması - 1Q84- Murakami
1. Cilt karakter ve olay örgü şeması – 1Q84- Murakami

2. Cilt karakter ve olay örgü şeması - 1Q84- Murakami
2. Cilt karakter ve olay örgü şeması – 1Q84- Murakami

3. Cilt karakter ve olay örgü şeması - 1Q84- Murakami
3. Cilt karakter ve olay örgü şeması – 1Q84- Murakami

Ayrıca 1Q84’ün karakterleriyle ilgili şurada güzel çizimler var https://www.behance.net/gallery/10911733/Haruki-Murakami-1Q84 

Aomame

Little People
Little People

Little People üzerine aslında biraz konuşmak gerek… Biraz masalsı bir imge olsa da sanıyorum insanları yönlendiren kolektif bilinçaltı Little People üzerinden anlatılmaya çalışılmış, daha doğrusu inceden dokundurulmuş, Little People’ın gizemi kitapta çok aralanmıyor.

Little People ingilizce küçük adamlar demek, Gulliver’in seyahatlerinde karşılaştığı ‘Liliput’lar da sanıyorum Little People kelimesinden türetilmişti. Benzerlikleri yok sanıyorum…

Little People ile ilgili daha garibi yeni başladığım  Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar adlı kitabında Turgut Özben’in cenaze rüyasındaki küçük adamların da benzer şekilde tarif edilmesi -özellikle yüzlerinin belirsiz olması – beni şaşırtı…

Mutlu günler.

Kategoriler
Film

Whiplash: Başarının zorlu yolu ve kibir

Geçtiğimiz hafta Film Ekimi festival gösterimlerinde Whiplash (IMDb) filmini gördük. Film ünlü bir davulcu olma hayali ile ülkenin en iyi müzik okulunda eğitim gören bir gencin bu amacına ulaşmak ve diğer rakiplerinden sıyrılmak için sınırlarını zorlayarak gösterdiği çabayı, özel hayatında yaptığı fedakarlıkları ve adanmışlığı güzelce işlemekte.

Whiplash’ın zorlu hikayesi…

Genç öğrenci Andrew Neyman‘ın okulun sert, keskin ve ağzıbozuk öğretmeni Terence Fletcher tarafından efsane jazz davulcularına imrendirilmesi ile Andrew zorlu bir mücadeleye başlamakta…

Yoğun ve baskı altında çalışıp kendinizi zorlayarak sınırınızı aşabilir misiniz? Whiplash sınırları zorlayan bir yolculuğu iyi ve kötü taraflarıyla anlatıyor.
Yoğun ve baskı altında çalışıp kendinizi zorlayarak sınırınızı aşabilir misiniz?

Burada ünlü bir müzisyen olma hayalini kuran gençlerin çıkaracağı çok güzel dersler sunulmakta, en önemli mesaj ne kadar yetenekli olursanız olun, başarı hiç kolay değildir ve sizin gibi onlarca genç arasından sıyrılmak istiyorsanız canınız yanana kadar çalışmalısınız… Kendinizi adamalısınız, hatta bu adanmışlık sizin aileniz ve sevgiliniz ile olan ilişkisini bile zedeleyebilir… Bunca şeye değip değmeyeceğinin muhasebesini yapacak durumda bile olmayabilirsiniz.

Meşhur olmak için 'yeterince' çalışabileceğinizden emin misiniz?
Meşhur olmak için ‘yeterince’ çalışabileceğinizden emin misiniz?

Whiplash aslında çocukluğumuzdan beri Karate Kid, Amerikan Ninja vs başarı yolu filmlerinden bir yerde ayrılıyor. Burada iyi işlenmiş olan şey, çok çalışmanın getireceği kibrin tehlikesi. Sizi felaketin bir adım gerisinde tutan kibriniz ani bir sinir patlaması ile geri dönülmez hatalara sebep olabilir. O kadar mazlum ve bir o kadar çalışkan da olsanız, karşılık beklentisi ve hak etmişlik düşüncesi sizi kibre sürükleyebilir.

Benim filmden çıkardığım diğer bir mesaj ise, filmin sonlarına doğru verilen gidişat kötü ise, gidişata uymak yerine ipleri ele almalısınız mesajı idi.

Film genel olarak güzeldi, görsellik, çekimler vs iyiydi, ama daha iyi olan bir şey varsa o da işitsel keyifti… Ben açıkçası Jazz müzik dinleyen bir insan değildim, ama filmdeki müzikler adeta seyirciye jazz müziği sevdirmek için seçilmiş gibiydi. Hele filme orkestradaki bir davulcunun gözüyle baktırmak, jazzın aslında sıkıcı olmadığı biraz da rock’n roll tarafı olduğunu göstermek için seçilmiş sanki…

Filmden ziyade seyirci ile ilgili de bir not düşmek isterim. Filmi Kadıköy Rexx sinemasında izledik, festival filmi malum kitleyi az çok tahmin edebilirsiniz. Hassas ve duyarlı insan profilinde bir kitle… Filmde sert öğretmen Fletcher’ın eşcinseller ve Yahudiler ile ilgili esprileri salonda epeyce komik bulundu. Normal bir ortamda bu esprileri yapanları Homofobik – Antisemitik diye aşırı hassasiyet ateşiyle haşlayacak bu kitleden çıkan kahkahalar beni şaşırttı doğrusu, kitleyi takipten çok gülemedim.

Bonus: Filmde zillerin markasına dikkat edin.

Güzel bir film, drama olmasına rağmen boğucu değil, güzel akıyor. Festival’de gösterilmiş bir film ama öyle enteresan frekansta sanat filmlerinden değil, ana-akım bir film. Öneririm.

iMBd notu 8,6 benim notum 7,5

Kategoriler
Kitap

Kitap Tanıtımı: İlizarov Günlüğü

Dostum Sezai Yeniay ilk kitabını ‘İlizarov Günlüğü’nü geçtiğimiz hafta Google Play Kitaplar’da yayımladı. Zor bir zamanında yazdığı ve el birliği ile hazırladığımız bu kitabın burada tanıtımını yapmaktan da kıvanç duymaktayım.

İlizarov Günlüğü
İlizarov Günlüğü

“Sanıldığının aksine doğa en mükemmele evrilmiyor, en kolaya evriliyor…” – Sezai Yeniay, İlizarov Günlüğü

Sezai’nin kitabı bir günlük… Çocukluğunda geçirdiği bir trafik kazası neticesinde yaşadığı onca ameliyattan sonra bir son ameliyatın hikayesi. İlizarov tekniği ile kemik uzatımı sürecinde yaşadıklarını teşvikimizle, başkalarına da faydalı olsun diye, bir internet günlüğünden (http://ilizarovgunlugu.wordpress.com/) yazmaya başlamıştı. Bittiğinde bunu kitaplaştırmak için kendisine söz vermiştim. Geç de olsa eşimin yardımı ve özgür yazılım araçlarıyla bunu başardık.

Kitabı değerlendirmek gerekirse, İlizarov Günlüğü ameliyatı ve teknik-tıbbi yaşananları anlatan bir kitap değil. Kitabı okuduğunuzda kader, talih ve hayatın ne kadar çileli olabileceği ve insanın bir şekilde bu zorlu engeller karşısında kendine bir yol çizebileceğini ve başarabileceğine dair inancınız pekişecektir.

İki gün önce hayatta ortalama bir insanın sahip olabileceği birçok şeye sahip bir insan olan Mehmet Pişkin’in intiharı üzerine hayatı sorgulamış olabilirsiniz… Benzer bir çok örnek gibi, İlizarov Günlüğü ve Sezai’nin hayatını önümüze koyduğumuzda, insanın en temel içgüdüsü olan yaşama güdüsünün ne kadar doğal ve doğru olduğunun görüleceğini düşünüyorum. Mutlak içgüdümüz olan yaşamın asla bize mutlu tarafını garanti etmediğini ve hayat oyununda kuralları biz belirlemesek bile mücadele gücümüzün tahminimizden de üstün olması sayesinde kazanacağımızı düşünüyorum. Galiptir bu yolda mağlup da diyebiliriz. Türümüz böyle… Yoksa alçılanmış kırık ayağı ile kağıt toplamaya çalışan çocuğun yaşam mücadelesini nasıl açıklayabiliriz ki?

En zor en umutsuz anlarda bile zaman içerisinde -bazen ‘o zaman’ durmuş ve geçmiyorcasına can yaksa bile- bir çıkış muhakkak vardır.

Bu nedenle İlizarov Günlüğü’nü okumanızı öneririm.

Kitabın hazırlanışı ile ilgili teknik kısma gelelim. İlizarov Günlüğü tamamen özgür yazılım kullanılarak yazılmış ve e-kitap biçimine dönüştürüldü; GNU/Linux tabanlı özgür işletim sistemleri üzerinde LibreOffice Writer ile yazıldı, LibreOffice için Writer2epub eklentisi ile e-kitap biçimine dönüştürüldü ve e-kitap yönetim yazımları Calibre ve Sigil ile son şekli verildi. Lisans olarak ise özgür bir lisans olan CC BY-SA 4.0 ile lisanslandı.

Eşim ve benim için bu ilk editörlük ve e-kitap oluşturma deneyimimiz oldu.

İlizarov Günlüğü’nü serbest şekilde dağıtmanın yanı sıra, bir sayısal yayıncılık platformunda yayımlamak kitabı daha bir kitap havasında görmemizi sağladı. (Eh biraz eski kafa bizde de var, kitaplar sanal da olsa bir raf üzerinde görülmeyi hakediyor diye düşünüyoruz…)

Nihayet Sezai kitabı Google Play Kitaplar‘da da yayımlamayı başardı.

lİlizarov Günlüğü Google Play'de
İlizarov Günlüğü Google Play’de

Kitabı Google Play Kitaplar‘dan ücretsiz indirebilirsiniz, Google Books uygulaması ile cep telefonunuzda ve tabletinizde veya web okuyucusu ile masaüstü bilgisayarınızda okuyabilirsiniz. Kitabı okuduktan sonra yorum ve değerlendirmenizi kitabın sayfasından yapmanız güzel olacaktır.

Kitabın epub, mobi ve PDF biçimleri de dilerseniz şurada mevcut.

Neyse çok uzatmadan, kitabı indirebileceğiniz bağlantıları paylaşarak yazıyı sonlandırayım.

Son olarak, birçok kişinin faydalanacağı bir birikimi sunduğu için Sezai’yi tekrar kutluyorum. Kitabın editörlüğünü devralarak sürüncemeden kurtaran eşime buradan bir kez daha teşekkür ediyorum.

İyi okumalar.

Kategoriler
Film

Bir işletim sisteminden daha ötesi: Her(Aşk)

Geleceği düşündüğümde aklıma hep teknolojinin insanlığı yuvası olan Dünya’dan ileriye taşıyıp gezegenler arası yolculukların yapıldığı, sosyal düzenin değiştiği ve yemyeşil ve barışçıl bir resim çiziyorum hep.

1990’lı yılların başlarında çocukken 2000’li yılları, 2010’u 2015’i hep büyük değişiklikler getirecek diye beklemiştim… Ne yazık ki uçan arabalar hiç gelmedi. Neredeyse 2015 senesinde geldiğimiz nokta basit bir küresel veri alış verişi ağı olan İnternet ve dokunmatik ekrana sahip akıllı(ki akıllı değiller) cep telefonları oldu.  Her an büyük bir bilimsel kırılma olacakmışçasına verike haberlerin hayal kırıklığı bu belkide. Ama şahit olduğum 30 yıllık ömrümde hiçbir insan başka bir gezegene veya gök cismine ayak basmadı.

1990 sendormu bir yana 2000 senromundaki büyük umutlar beklenen İnsan genomu çözüldü denildi fakat hiçbir büyük hastalığa çare bulunmadı…

Gelecek hep hayal edilenden daha, geride, daha ticari ve daha bireysel eğlenceye yani tüketim talebine odaklı oldu. Düşünsenize 1991 yılında geliyor biri size diyor ki 2012 senesinde el içi kadar bir tetriste sapandan fırlatılan kuşlarla domuzları vuracağınız bir atari(o zamanki el oyuncakları) dünyayı kasıp kavuracak insanlar milyonlarca saatini bu oyunda harcayacak… Ne derdiniz, ya bırak allasen 2012 senesinden bahsediyorsun arkadaşım koskoca 21 yılda insanoğlu nerelere gider nerelere… Sen kalkmış el atarisindeki saçma bir oyundan bahsediyorsun…

Velhasıl-ı kelam, teknolojik gelişmenin hayal kırıklığını başka bir yazıya bırakıp başlığımıza geri dönelim…

Her(Aşk)

Her(Aşk) - Afiş boyu için resme tıklayabilirsiniz
Her(Aşk) – Afiş boyu için resme tıklayabilirsiniz

Her filmi, benim yukarıdaki hayal kırıklığım paralelinde bir gelecekte geçiyor. Filmimizin kahramanı Thedore() bir mektup şirketinde çalışıyor. Mektup şirketi demişsem, eposta falan değl, bilindik profillerin üye olduğu ve sevdiklerine mektuplar yazdıran bir şirket, kahramanımız da yazıcı, müşterilerin ağzından dokunaklı mektuplar yazıyor ve bu şekilde geçimini idare ediyor.

Bu gelecek biraz garip doğrusu, en çok dikkatimi çeken 80’li yılların saç-bıyık ve elbise modasının hakim olması. Diğer taraftan da gelişmiş olan teknolojinin yine iletişim teknolojisi üzerinden ilerlediği.

Boşanmış ve hayal kırıklığı içerisindeki kahramanımızın depresyon halleri bir gün gezdiği bir mağazada tanıştığı bir işletim sistemi(Operating System – OS) ile değişiyor.

Bu işletim sistemi, bilindik komut işleyip emir alan bir yapıdan çok öte, semantiğin de ilerisinde öğrenebiliyor, düşünebiliyor tam anlamıyla bir yapay zeka ürünü. İlk kurulumunda işletim sisteminin kullanıcısı analiz edilerek onun kişiliğine göre bir karakter olarak kurulan bu işletim sistemi, kullanıcının tam anlamıyla sanal bir arkadaşı oluyor.

İşletim sistemi kurulum öncesinde sorduğu sorularla bir kadın kendini yapılandırıyor ve ismini de kendi seçerek(Samantha) bilgisayara kuruluyor.

İleri düzey ses tanıma, düşünebilme ve değerlendirme gibi özellikleriyle tıpkı bir insan gibi iletişim kurabilen ve etkileşebilen bu işletim sistemi kısa zamanda zaten depresyonda olan kullanıcısını kendisine aşık ediyor ve aralarında bir birliktelik yaşanmaya başlıyor.

Tıpkı sanal bir sevgili benzeri bu ilişki, işletim sisteminin internetten bulduğu bir insan vekil(human proxy) aracılığıyla ilişkinin insan tarafını biraz canlandırma niyetine kadar çok iyi gitmekte. Daha sonrasında başlayan iletişim, kıskançlık ve ihanet gibi insansı durumlara işletim sisteminin evrilmesi ve sonrasında yaşananlarla sorgulayıcı bir seyir izleyerek film sona eriyor.

Elimden geldiğince spoiler vermeden filmi anlatmaya çalıştım. Fakat filmle ilgili bir kaç hususa da değinmeden geçemeyeceğim.

Filmde yapay zekanın evrilmesi işlenmiş, düşünüp kendisini ve insanlardan farklarını ortaya koyabilen ve kendiliğinden eylemler yapabilen bir işletim sistemi deyince aklıma 2001: A Space Odyssey  filmi ve HAL 9000(IBM’in harflerinden birer sıra geriye kayın, anladınız siz) geliyor. Ayrıca Terminatör filminden SkyNET’i de örnek verebiliriz. Düşünebilen bir işletim sistemi için nihai tehdit insanoğlunun onu kapatması ve bu durumda potansiyel olarak en büyük düşman insanoğlu olması en basit matematikle kaçınılmaz bir çıkarım.

Bu filmde ise, işletim sistemi komut almayı reddetmiyor ve varlığının devamını sürdürme amacı yok, neden HAŞ veya SkyNET gibi evrilmiyor peki diye sorunca, filmde arada işletim sistemine yapılan güncelleme sahnesi sanırım bu soruları kesmek için yapılmış…

Diğer taraftan, aynı anda birçok kişi ile etkileşime geçmesi ve insan zekası ve fiziğinin sınırlarının bu işletim sistemine yetmemesi de ayrı bir konuydu. Bu derece süper bir işletim sistemiyle dünyada çözülemeyen bir sorun kalmazdı doğrusu, sıradan ve ortalama geliri olan bir insanın bu işletim sistemini edinebilmesi ise çok garip geldi. Gerçi filmde işletim sistemine benzer olarak oyunlar ve oyun karakterleri de yapay zekaya yavaş yavaş dönüşüyordu, bu da sanırım bir öncü yenilik dönemi olduğunu anlatmak içindi.

Film güzel, işletim sistemlerin gelecekte nasıl olacağına dair fantastik bir tablo çiziyor. Yapay zeka, ve Asimov‘un Üç Robot Yasası gibi İşletim sistemleri ve ahlakı vb tartışmalar için ilgi çekici olabilir.

Ayrıca ileride bu derece sofistike yazılımların olup olmayacağı ve özgür yazılım ve yapay zeka gibi birçok konu da tartışılabilir. Gelecekten dönüp baktığımızda ilkel olan günümüz işletim sistemleri, özgür yazılım modelinde işlevsel olarak kodlanırken acaba yapay zeka işin içine girince kimin düşünce yapısına göre kodlanacak ve düşünmek öğretilecek, toplumun veya topluluğun ortak değerlerine göre mi, yoksa devrimsel bir örenim yolu izlemesi için mi kodlanacak?

Sanıyorum ki bunları tartışmaya daha çok zaman var…

Notum: 7/10, iMBD notu: 8,3

Peki bir işletim sistemine aşık olunabilir mi?

Evet olabiliyor. Japonya’da gençler bilgisayar karakterleriyle aşk yaşıyormuş. Bunlarla evlenenler bile olmuş. Şu haber ve benzerleri fikir verebilir: http://t24.com.tr/haber/japon-gencler-seksten-neden-uzaklasiyor/242599 

Bir İşletim sistemiyle arkadaş olunabilir mi?

Evet. Kesinlikle olunabilir. Çoğumuz şu aşağıda gördüğünüz işletim sistemiyle dost olmuştuk. Onu çok sevmiştik fakat gitti.

En sevdiğimiz arkadaşlarımızdan biriydi Pardus
En sevdiğimiz arkadaşlarımızdan biriydi Pardus

Kategoriler
Kültür-Sanat Tiyatro

Harika bir tiyatro oyunu: Sessizlik (Silence)

Aslında tiyatroyla pek aram yoktur. Okulda sınıfça gidilen oyunlardan sonra üniversitede arkadaşlarımın oynadığı bir kaç oyuna gitmiştim o kadar. Evlendikten sonra sağolsun eşimin itkisiyle çok sık olmasa da ayda bir -bazen iki- tiyatroya gidiyoruz.

Eski oyunlardan çok aklıma kalan yok fakat son yıllarda en çok beğendiğim ve hoşuma giden oyun ne derseniz, iki hafta önce gittiğimiz “Sessizlik( orj. Silence)” isimli oyunu şimdiye kadar izlediğim en iyi tiyatro oyunlarından biri olduğunu söyleyebilirim.

Sessizlik(Silence) -Tiyatro Oyunu
Sessizlik(Silence) -Tiyatro Oyunu

Sessizlik, İngiltere’nin karanlık çağında geçen bir kara komedi.  The Guardian bu oyunu Biraz Month Phtyhon biraz da Şekspir tarzı komedi diye tanımlamış. Oyun İngiliz orjinli, Moria Buffini isimli yeni dönem oyun yazarları tarafından kaleme alınmış. Türkçeye Serdar Biliş çevirmiş, Mehmet Birkiye yönetmiş.

Oyunun konusu İngiltere’nin karanlık döneminde -ki bu Viking istilası zamanları oluyor- Fransa’dan gelen(sürgüne ve evliliğe zorlanan) bir genç kız ve Cumbria – Kuzey Batı İngiltere(İskoçya daha doğru tabir olur) Lordu gencin kendilerinin sadece seyirci oldukları yazgılarının onları sürüklediği yaşamları, cinsiyetler ve din ve dinler çatışması(Paganizm- Hristiyanlık) çerçevesinde yaşanılan evlilik ve sonrasında başlarından geçen maceralar olarak spoiler vermeden tanımlayabilirim.

Oyundaki karakterler:

  • Silence, Cumbria’nın genç Lordu(!)
  • Roger, Rahip
  • Ethelred, İngiltere Kralı
  • Ymma, Normandiyalı bir prenses
  • Agnes, Ymma’nın hizmetkarı
  • Eadric, Ethelred’in koruması

Oyuncular: Nimet Iyigün, Oya Okar, Süleyman Atanisev, Funda Eryiğit, Münir Can Cindoruk, Savaş Özdemir

Oyundaki karakterler gerçek karakterlerin öyküsü mü bilmiyorum ama, Kral Tedariksiz Ethelred ve Ymma(Normandiyalı Emma) gerçekte yaşamış karakterler, ve özellikle Emma’nın hayatı gerçekten entrikalarla geçmiş… Oyunu izledikten sonra bakmanızı öneririm.

Oyunu Devlet Tiyatroları sergiliyor, biz Üsküdar Tekel Sahnesi’nde izledik. Eski Tekel fabrikasını tiyatroya dönüştürmüşler. Sahne gayet iyi, Üsküdar iskelesine 10 dakika mesafede(sahilden kuzeye doğru yürüyünce), ama koltuk açısı biraz daha iyi olabilirmiş..

Gelelim oyunu neden beğendiğime ve neden şimdiye kadar izlediğim en iyi oyunlardan biri olduğuna.

Birincisi oyuncular gerçekten çok başarılıydı ve oyunda yenilikçi bir sahne vardı ve oyuncular sahne geçişlerine süper uyumluydular, jestleri başarılıydı, bir de simülasyon(tiyatroda tanımı nedir bilmiyorum) yaparcasına olay ve eylemleri canlandırdılar bununla birlikte komik ve ironik sahnelerinde performansları çok iyiydi.

İkincisi eğlenceliydi. Oyunun özgün halini bilmiyorum ama, set görevlilileri gayet interaktif şekilde sahne geçişlerini ve efektleri uyguladılar. Eğlenceliydi doğrusu.

Üçüncüsü konu akışı daha çok bir film gibi sunuldu, bu benim daha çok hoşuma gitti.

Son olarak hikaye de güzeldi.

Ben çok güzel vakit geçirdim. Kesinlikle gitmenizi öneririm, yalnız bilet bulunmuyor, sanıyorum 13 gün öncesinden satışa sunulan biletleri sabah 10:10’da alma girişimlerine başlayın, hemencecik bitiyormuş.

Oyunun Devlet Tiyatrolarındaki sayfası: http://www.devtiyatro.gov.tr/programlar-sehirler-istanbul-detay-sessizlik.html

Notum: 9/10 (Oyun epeyce de ödül almış)

Kategoriler
Film Kültür-Sanat

The Boat That Rocked – Rock’n Roll Teknesi

The Boat That Rocked – Rock’n Roll Teknesi [W] [IMBd] (The Pirate Radyo), İngilitere’de devlet televizyon ve radyosu BBC’nin 1960’lı yıllarındaki yayın hakimiyeti ve tercihini topluma dayatmasına karşın toplumun neredeyse yarısının hayranlıkla dinlediği 1960’lı yıllarda altın çapını yaşayan “Korsan Radyo” yayıncılığını anlatmakta.

The Boat That Rocked- Rock'n Roll Teknesi  (The Pirate Radio)
The Boat That Rocked- Rock’n Roll Teknesi (The Pirate Radio)

O dönem, birçok korsan yayıncı sa Kuzey denizi başta olmak üzere İngilitere’yi çevreleyen denizlerde tuttukları tekneler ve gemilerle korsan radyo istasyonları kurup Rock’n Roll ve Pop müzik yayını yapmaktaymış…

Film de bu dönemde yaşananlardan – özellikle Radio Caroline‘dan- esinlenerek yazılmış bir senaryo üzerinde, radyo yıldızlarının serseri ve farklı yaşam tarzlarını ön plana koyarak -baba oğlul meselelerine de dem vurarak- çok hareketli olmasa da eğlenceli şekilde akıyor.

Filmde, özgürlükler, devletin yasakçılığı ve kanunlarla yasadışı ilan edilmenin ne kadar saçma olduğunu alaycı bir gözle görebilirsiniz. Devletin “en iyiyi ben bilirim” dayatmasıyla insanların ne tür müzik dinlemeleri gerektiğini dikta edişini İngilizler elbette bizden önce aşmışlar, bizde hala tam olarak kırılmış bir tabu değil bu. Filmde yansıyan “Acar Bürokrat” figürü ülkemizde hala tam teşekküllü şekilde faal.

Radyo yayını sansürcülüğünü bugün ülkemizde yaşanan keyfi internet sansürü ve TİB vb gibi uygulamaları karşılaştırdığımızda yanlış zihniyetin ülkemizde hala yanıltılmadığını görüyoruz. Sansür ve özgürlükler açısından bugünkü torba yasada yer alan İnternet Düzenlemesi(!) bu filmdeki Deniz Suçları Yasasından farksız.

1960’ın İngilteresini yansıtan kara mizahı bugünkü Türkiye’de görmek kötü. Bu karşılaştırmayı yapmak için bile izlemenizi öneririm.

Filmde Rock müzik ve Pop müzik dinleyebilmek için yapılanlar ve “bir gün herkes dilediğince 7/24 istediği müziği dinleyebileceği radyo istasyonlarına kavuşacak” dileği bugünkü “birgün özgür internete erişebileceğiz”  dileğiyle aynı. Sonuçta özgürlük elbette kazanacak, ki filmde İngiltere’de artıuk bu yayınları yapan 300’den fazla radyo istasyonu olduğu son vurgu olarak geçilmiş.

Şunu söyleyebilirim ki; Rock’n Roll bir devrimdi, çok büyük bir devrimdi, ama internet daha büyük bir devrim, belki de şimdiye kadar yapılmış en büyük devrim… Biz bu devrimin ilk otuz yılında internetin çok iyi bir şey olduğunu gördük: İnternet = Özgürlük!

Tıpkı diğer özgürlükler gibi internet de seçimsel bir denetime tabi tutulmak isteniyor. Tıpkı Rock’n Roll’u toplumdan uzak tutmaya çalışan Avam Kamarası Bakanları gibi bugün de internetin tu kakalığından ülkemizi, milli birlik ve beraberliğimizle birlikte milli irademizin korumaya çalışıldığı aşikar…

Filme dönersek, filmin müzikleri tek kelimeyle harika. İşlediği dönem zaten Rock’n Roll’un altın çağı… Her ne kadar ben bu dönem sonrasında Hard Rock’la geçen yılları ve müziklerini sevsem de, tartışmasız müzikler enfes…

Değişik, eğlenceli, kulağınızın pasını silecek bir film, ayrıca o dönem yaşananları günümüzle mukayesesi açısından izlenmeli.

IMDb notu 7,4 /10 benim notum 7/10.

Düzenleme: Bu filmde Kont rolü ile başarılı bir oyun sergileyen Philip Seymour Hoffman dün hayatını kabetmiş, üzüldüm: http://www.bbc.co.uk/turkce/multimedya/2014/02/140202_philip_seymour_hoffman.shtml